Kim bilir kaçıncı kez, aynı utanmazlığa aynı kepazeliğe ve aynı vurdumduymazlığa tanık oluyoruz.

Aslında, bunu ilk kez de yapmıyorlar.

Kendi sorumlu oldukları her alanda, sorumluluğu başkalarının üzerine atıp işin içinden sıyrılmak, rahat koltuklarında ayaklarını uzatarak mesai saatlerini doldurup, sonra da milletin vergileri ile alınan lüks araçlarına atladıktan sonra evlerine gidip mışıl mışıl uyuyorlar.

Bunu her alanda yaptılar, yapmaktan da bıkmıyorlar.

Soma’da Cumhuriyet tarihinin en büyük toplu işçi katliamından (302 ölüm) sonra da, Amasra’da (42 ölüm) , Ermenek’de (18 ölüm) Enerji Bakanlığı’ndan tutun da Çevre Bakanlığı ve Çalışma Bakanlığı kendisini hiç sorumlu hissetmedi.

Sanki bu ülkede madenlerde alınması gereken önlemler ve emekçilerin çalışma koşullarından, üretim süreçlerinden ve güvenlik önlemlerinden sorumlu değilmiş gibi, öncelikle işçileri, ustabaşıları, sonra da madenin sorumlularını kamuoyuyla karşı karşıya bırakıp adeta “suç varsa onlardadır” demeye getirdiler.

Sanki bu ölümcül düzen, onların verdikleri ya da vermedikleri izinler, patronların “önüne yatmaları” sayesinde ayakta durmuyor, sanki daha fazla üretim ve rant hırsı nedeniyle o büyük katliamlar yaşanmıyormuş gibi, “Kamunun hiçbir yetkilisinin” hiçbir sorumluluğu yokmuş gibi davrandılar.

Önce Pamukova’da (38 ölüm), sonra Çorlu tren katliamında (25 ölüm) ardından Yenimahalle’de (9 ölüm) yaşanan toplu ulaşım kıyımlarında, suçu alt kademedeki birkaç teknik elemana, makiniste, işletme şefine filan yıkarak, devleti asıl temsil eden ve bu işlere engel olabilecek düzeyde yetkisi olan insanlar sorumluluğu asla üstlenmek istemediler. Protesto edeni bile yargılayan mahkemeler, gerçek sorumluları hala cezalandıramadı.

Büyük Marmara Depremi’nden (resmen 18.000 ölüm) sonra da, Düzce’de (845 ölüm) yaşanan depremden, Elazığ-Malatya’da (41 ölüm) yaşananlardan sonra da bir ders çıkarmadılar. Aynı devlet, peşpeşe çıkarılan imar aflarını “iftiharla* savunan ve seçimlerde pazarladıktan sonra, 6 Şubat 2023’de göz göre göre gelen “Asrın Felaketi”nde (resmi verilere göre 53,000’den fazla canın yitirilmesine) kayıp sayısının henüz tespit edilemediği kapkara bir tablonun ortaya çıkmasına adeta göz yumdu.

∗∗

Sadece 3 yılda yaşanan orman yangınlarında bile onbinlerce hektar alanın kül oldu. Yine Cumhuriyet tarihinin en büyük ve yayın orman yangınlarına karşı, elde doğru dürüst söndürme uçağı bulunmamasından dolayı da kendisini zerre kadar sorumlu hissetmeyen bir devlet, orada da kendini “vareste” tutabilmeyi başardı.

Sel, su baskını gibi felaketlerde olay yerine her gittiklerinde “Artık, şu dere yataklarında yapılaşmaya asla izin vermeyeceğiz” deyip arkalarını döner dönmez başlayan yeni inşaatlara göz yuman ve özellikle seçim dönemlerinde patır patır inşaat izinlerine imza atan “yetkili - sorumsuzar”, yine yıkılan evlerin, sele kapılıp ölen insanların ardından düzenlenen cenaze törenlerinde utanmadan gelip boy gösterdiler.

Bu ülkenin onbinlerce canının (resmi - sivil) yitirilmesine neden olan terör olaylarında hayatını kaybeden insanların hiçbirinin (ne resmi ne sivil) sorumluluğunu üzerine almadı bu devlet. Alınan veya alınmayan önlemlerden dolayı bir tek bakan, müşteşar ya da üst rütbeli komutan hesap vermedi.

Roboski katliamında bile, Suruç katliamında, Ankara Garı katliamında bile adeta “ölenler” sorumlu tutuldu,

Tam tersine, haklarında şikayette bulunanlara, “bozguncu, bölücü, fitneci, hain” damgası vurmaya, protesto edenleri asıp kesmeye kalkıştı, kalkışıyor.

Evlatlarının “başında bir dua edecekleri bir mezar taşı bile bulunmadığından” şikayet eden ve katiller bulunmasa dahi, en azından 2 parça kemiğinin bulunmasını talep eden “Cumartesi Annelerine” her hafta barışcıl 5-10 dakikalık protesto hakkını bile tanımadılar.

∗∗

En son 13 Şubat günü yaşanan ve potansiyel olarak yine Cumhuriyet tarihinin en büyük çevre faciasına” da aynı gözle bakıyorlar. Olay yerine tam 9 gün sonra giden Çevre ve Şehircilik Bakanı, utanmadan “Hastaydım. ameliyat olmuştum” diye yalan söyleyerek, o 9 gün zarfında orada burada açılışlarda, etkinliklerde, cenazelerde boy gösterdiği bilinmiyormuş gibi pişkince davranıyor.

Adı geçen maden işletmesine ve ülkenin dört bir yanındaki benzer “cinayet şebekelerine” faaliyet gösterebilmeleri için gerekli izinlerin altına imza atan eski Çevre Bakanı da, “Ben vermedim” yalanının arkasına sığındığı, depremlerdeki olağanüstü boyuttaki yıkıımın sorumlusu imar aflarındaki rolü yetmiyormuş gibi, utanmadan bir de Türkiye’nin ve dünyanın en büyük metropollerinden birinin belediye başkanlığına talip oluyor.

Bu topraklarda “Devlet” olmak, “kamu görevlisi” sıfatıyla vatandaşın üzerinde-tepesinde vatandaşın vergisi ile maaş alıp “ballı” hayat sürmekten, çakarlı eskortlu lüks araçlarla emniyet şeridinden gitmekten başka bir şey ifade etmiyor. “Saraylarda, konaklarda, villalarda, lojmanlarda” sürülen konforlu hayatın bedeli, sonsuz-sınırsız imza, emir ve hattâ “buyruk” yetkisine karşılık, “sıfır sorumluluk” sadece diktatörlüklerde söz konusu olabilir.

Biz ise bunun zıddını, yani demokrasiyi hak ediyor istiyoruz.

Alacaklıyız bunlardan.

Bir gün mutlaka alacağız!..