Pasolini’nin bütün kurmaca filmlerini izlemeyi, 1992’de, 11. İstanbul Film Festivali’nin sunduğu nefis retrospektife borçluyum. Böylece, Pier Paolo Pasolini’ye aynı ölçüde hayran olunduğu ve nefret edildiğine de birinci elden tanık olma fırsatını elde ettik. Birkaç belgesel eksiğim kalmıştır. Abel Ferrara ise, zaten filmlerini gösterime sokmakta zorluk çektiği için Ferrara filmleri konusundaki tecrübemi yer yer festivallere, ama […]

Pasolini’nin bütün kurmaca filmlerini izlemeyi, 1992’de, 11. İstanbul Film Festivali’nin sunduğu nefis retrospektife borçluyum. Böylece, Pier Paolo Pasolini’ye aynı ölçüde hayran olunduğu ve nefret edildiğine de birinci elden tanık olma fırsatını elde ettik. Birkaç belgesel eksiğim kalmıştır. Abel Ferrara ise, zaten filmlerini gösterime sokmakta zorluk çektiği için Ferrara filmleri konusundaki tecrübemi yer yer festivallere, ama en çok video dönemi ve sonradan da CD’lere borçluyum.

Bu iki ismin bir filmde yan yana gelmeleri, Ferrara’nın Pasolini’yi sevmesi, ondan etkilenmesi, İtalyan yönetmen hakkında onun adını taşıyan bir film yapmış olması bana çok normal geliyor. İlk kez 2014’deki Venedik Film Festivali’nde gösterilen “Pasolini”, beş gün önce New York Times’daki bir A.O. Scott yazısıyla yeniden karşıma çıktı. Scott, “Bir Asi Sinemacının Bir Diğerine Saygı Duruşu” başlıklı yazısında, Willem Dafoe’nun şahsında (ki, kendisini bir süre önce Julian Schnabel’in filmi “At Eternity’s Gate”te, aynı derecede başarılı bir Vincent Van Gogh performansında izlemiştik), İtalyan yönetmenin 1975 sonbaharında, Roma’da annesi ve bir kuziniyle paylaştığı evde Furio Colombo ile yaptığı bir söyleşiye odaklanıyor. Bir hafta sonra şehir dışındaki bir plajda Pasolini’nin cesedi bulundu. Söyleşi, La Stampa’da “Hepimiz Tehlikedeyiz” başlığıyla yayımlandı. Ferrara’nın filminde bu söyleşinin bazı kısımları kelimesi kelimesine (ama İngilizce olarak) yer alıyor.

Pasolini şair, denemeci, sinemacı ve romancı olarak yaptıklarını anlatıyor. Kendisini nasıl tanımlayacağı sorulunca, omuzunu silkerek “yazar” diyor. Doğrusu “şair” demesini beklerdim. Filmden akılda kalan şeylerden biri de sinemacı/yazarın Olivetti marka daktilosu olacak. Ferrara, Pasolini ile paylaştığı aşırılık eğilimine karşın meslektaşının ağırbaşlı bir portresini çizmiş. Ona duyduğu saygı filmde öne çıkıyor.

Pasolini’nin yaşadığı yerlerdeyiz. Ferrara “Bu kurmaca değil, malum,” diyor. “Restoranlar orada, öldürüldüğü plaj orada. Ailesi bizimle çok şey paylaştı. Nesnelerin bazen çok büyük gücü oluyor.”

Ama “Pasolini”yi Britanya’da gösterime sokabilmek için BFI/Britanya Film Enstitüsü’nün araya girmesi gerekmiş. Oralı dağıtımcılar Ferrara’nın son filmlerine, hem de eskilerde pek rastlanmayan şekilde, bir derece sevecenlik taşımalarına rağmen, pek iyi gözle bakmadı demek. “Pasolini”nin bir önceki yıl Venedik Film Festivali’ne seçilmesi ve Ferrara’nın bir önceki filmi “Welcome to New York”in beğeniyle karşılanması bile dağıtımcı şüphe ve düşmanlığını törpüleyememiş.

Abel Ferrara bunlara alışık, onun insanlara bakışıyla örtüşen tavırlar. Basın tanıtımındaki şiiri ise, onun gerçek duygularını yansıtıyor: “Öğretmenimin ayakları dibinde oturuyorum / Önce özlüyorum dalgaların müziğini, sonra duyuyorum / öğretmenimin ayaklarını yıkayan dalgalar / Idroscalo plajında Mesih.” Yönetmenin tutkusu sevecenliğe dönüşünce, bu müziği biz de açıkça duyabiliyoruz.

Söyleşide, onun konuşmasını tozların arasından geçen güneşe benzeten Colombo’ya, “Tek isteğim, etrafınıza bakıp trajediyi fark etmeniz,” diyor. “Trajedi nedir? Artık insan olmayışıdır; sadece birbirine çarpıp duran bazı tuhaf makineler var. Ve biz entelektüeller eski tren tarifelerine bakarak şöyle diyoruz: ‘Tuhaf, bu trenler orada çalışmayacak mıydı? Nasıl oldu da çarpıştılar? Makinist ya aklını kaçırmış, ya da bir suçlu. Ya da, daha iyisi, bu bir komplo.’ Komplolar özellikle hoşumuza gidiyor, çünkü bizi gerçekle yüz yüze gelmekten kurtarıyorlar.” Oysa Pier Paolo Pasolini, gerçekle yüz yüze gelmekten hiç korkmadı. “Azizler, keşişler” ve kimi “entelektüeller” gibi, “hayır” demesini bildi.

Önsezili haşarı Ferrara, “King of New York,” “Bad Lieutenant” ve “The Addiction”ın unutulmaz (iyi ya da kötü anlamda) yönetmeni; sadece “Accattone,” “Teorema” ve “The Gospel According to Saint Matthew”u yaratan bilge üzerine bir film yapmamış. New York Times eleştirmeni Scott’a göre, filmi sanki birlikte yapmışlar.