!f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali 12 Şubat’ta İstanbul yolculuğuna başlıyor. Filmleri farklı ve güncel temalar altında toplayan festival bu yıl ‘Kalbine bak, yerinde mi?’ diyor. Sevin Okyay festivalin yoğun programında gözden kaçırılmaması gereken filmleri yazdı

!f’i nasılsa arkadaşlar yazıyor diye, ben bari yazmayayım demiştim ama gözden kaçabilecek filmleri yazayım bari dedim. Ukalâlıktan değil, hepsiyle çok ilgilendiğim için.

Gitmeye niyetlendiğim hayli film var. Örneğin, The Act of Killing ile aklımızı başımızdan alan Joshua Oppenheimer’in ‘devam’ filmi The Look of Silence/Sessizliğin Bakışı . İlkinde Endonezya katliâmını hükümetteki suçluların ağzından anlatan Oppenheimer, bu kez kurbanları dinlemiş, terörden doğan suskunluk üzerine ‘bir şiir’ yazmış.

Chantal Akerman, bir Pina belgeseliyle karşımızda. Wim Wenders Pina’sından eski bir film olan One Day Pina Asked / Bir Gün Pina Dedi Ki... bize turnede genç bir Pina sunuyor. Danimarkalı yönetmen Christian Braad Thomsen ise, yakın arkadaşı sıra dışı bir yönetmeni, Rainer Werner Fassbinder’i anlatıyor: Fassbinder – To Love without Demands/Fassbinder: Talepsiz Sevmek. Hakkında bilmediklerimi de Udo Kier’den duymuştum. “Altı yaşında manik depresif olduğumu anladım,” diyen birini nasıl sevmezsin?

FESTİVALDE MÜZİKAL 
Sonra, bazı kitapları Türkçeye ne yazık ki kötü çevrilmiş olan William Seward Burroughs II üzerine kurulu ve yazarın derinlerdeki sırlarını deşen Burroughs: The Movie/Burroughs (1983) var sırada. 31 yıl sonra restore edilmiş kopyasını izleyecek olmamız bile bana esrarlı görünüyor. Aynı şey, pek çok sanata hâkim olması dışında ‘Yaratık’ın da yaratıcısı olan HR Giger için de geçerli. Dark Star - HR Giger’s World/Karanlık Yıldız - HR Giger’ın Dünyası, onun evinde, kapalı perdeler ardındaki dünyasını anlatıyor. Bir de, To Be Takei/Takei Olmak. Yaşını başını almış olanların hiç unutmadığı Takei, Star Trek/Uzay Yolu’nun (orijinali tabii) Sulu’su, gey hakları savunucusu, eylemci, Facebook fenomeni George Takei eminim ki zekâsını, mizah duygusunu bizimle paylaşacak. Her yıl olduğu gibi !f programında müzikal filmler de var ama yerimiz bir tanesini almaya müsait sadece: Super Duper Alice Cooper/Şahane Alice Cooper. Heeey!

Çeşit çeşit hikâye:  Seçkin bir üniversitede okuyan dört karaderili çocuk (Dear White People/Sevgili Beyaz Irk); 1941’de Sibirya’ya sürgün edilenler (In the Crosswind / Risttuules/Rüzgârların Arasında); Yeni Delhi’de şehir gelişsin diye yerlerinden edilenler (Tomorrow We Disappear/Yarın Yokuz); Kuzey Dakota petrol sahalarındaki umutsuz kişilerle modern bir “Gazap Üzümleri” olayı (The Overnighthers/Gececiler); Derek Jarman’dan bir hediye (Will You Dance with Me?/Benimle Dans Eder Misin?) ve M. Caner Alper ile Mehmet Binay’ın yeni filmleri Çekmeceler. Son olarak da, Pulitzer’li eleştirmen Roger Ebert’in hayatına dair bir sinema dersi: Life Itself/Hayatın Kendisi ve Hayao Miyazaki üzerine The Kingdom of Dreams and Madness/Düşlerin ve Çılgınlığın Krallığı. Hani, seveni çoktur diye söylüyorum.

VAMPİRLER DE !f’TE
Şöyle bir bakınca, belgeselleri ve nispeten karanlık konuları seviyormuşum gibi görünüyor, değil mi? Oysa komedi de severim. Bir de vampir filmlerini. !f’te de gözüme kestirdiğim üç vampir filmi var. İran’dan A Girl Walks Home Alone at Night/Gece Vakti Sokakta Tek Başına Bir Kız, dans etmezse kalbi duracak sanan vampir Zano’nun hikâyesi Norviyia/Norveç ile, Yeni Zelandalı üç yaşlı vampirin yaşadıklarını anlatan What We Do in the Shadows / Aylak Vampirler.

Son olarak da, katil bir çiftin kurbanı zengin kadınları anlatan Alleluia/ Aleluya’ya dikkatinizi çekerim. Daha önce aynı konuda The Honeymoon Killers’ı (1969) kaçırmıştım ama Arturo Ripstein’ın muhteşem Deep Crimson’ı ile John Travoltalı Lonely Hearts”ı (2006) izlemiştim. Ne denir? Demek ki cazip bir konu...

Not: Bu arada, özür dileyerek,  Destar Tiyatro’nun oyunu “Merheba”nın her Perşembe devam ettiğini söyleyeyim.