Bir şehir ve örtük öyküleri
Çocukluğumda ilkokuldaki arkadaşlarımla ve öğretmenimizle birlikte gittiğimiz Elazığ, o ana kadar gördüğüm ilk ‘büyük’ şehirdi ve hem büyüleyici hem de ürkütücü gelmişti. Sonraları pek çok kez Elazığ’a gittim ve bu şehirde her defasında başka bir öykünün izlerini buldum. Bilhassa şehir sosyolojisinin hususiyetleri bağlamında Elazığ, parçalı, birbirleriyle ilişkili ve örtük öykülerin mekânı olarak her defasında daha fazla ilgimi çekti.
1927’de yapılan Cumhuriyetin ilk nüfus sayımına göre Elazığ sözcüğün gerçek anlamında bir kültürler şehri idi ve yirmi dil konuşuluyordu. Bu özellik Osmanlı dönemi Elazığ’ı için de geçerliydi. Resmi belgelere göre sadece Müslümanların değil, başka dinlerden toplulukların da mukim olduğu bir şehirdi. Bilhassa Ermeniler, ilçelerde ve merkezde gündelik hayatın en büyük kimlik gruplarından birini oluşturuyordu.
Elazığ, büyük ölçüde bu özelliklerinden dolayı Cumhuriyet’in ulaşım politikasında da öncelikli şehirlerden birisiydi. Resmi raporlara göre 1925’den beri Elazığ’ın da yer aldığı coğrafyaya ulaşım için, adeta seferber olunmuş ve İstanbul’dan uzayan tren hattı 1934 yılında bu şehre ulaşmıştı. Elazığ tren garı açılışından dört yıl sonra, orta ve batı Anadolu köylerine trenlerle gönderilen binlerce Dersimlinin ilk durağıydı. Aynı şekilde Elazığ’a gelen/getirilen Balkan muhacirlerinin de son durağıydı. Şehrin havaalanı da o yıllarda açılmıştı. Pilot Refik Ali Akyol hatıratında, 1937’de Sabiha Gökçen’in de olduğu uçakla, o zamanki adı Vertevil olan bu havaalanına indiklerini ve buradan uçarak Dersim’i bombaladıklarını yazmıştı.
∗∗∗
Atatürk, son doğu gezisinde Elazığ’a tren yoluyla gelmişti. Ulusal basında yer alan bilgilere göre bir önceki gün Malatya’da, ondan önce de Sivas’ta idi. Ama geziyi takip eden gazeteciler 14 Kasım’da Atatürk’ün nerede olduğunu yazmamışlardı. Yine de gözden kaçan kalan yerel gazetecinin haberine göre 14 Kasım 1937 tarihinde Elazığ’da idi.
Elazığ o günlerde sistem gündeminde ilk sıralardaydı. Dersim Davasında mahkemenin hızla verdiği idam kararları 14 Kasım’ı, 15 Kasım’a bağlayan gece infaz edilmişti. O günlerin Emniyet Müdürü İhsan Sabri Çağlayangil’in anılarında detaylı olarak anlatılan bu idamlar, Cumhuriyetin şehirlerinin Pazar Yerleri olan Buğday Meydanında gerçekleştirilmişti. Şimdi yerinde bir Kapalı Pazar bulunan bu meydan da tren garına yürüme mesafesindeydi. Şu sıralar “Kent Müzesi” olacak şehrin o zamanki vilayet binası da bu meydanın hemen yanı başındaydı.
Atatürk Elazığ’a geldiğinde tren garında kendisini karşılayanlar arasında dönemin Elazığ Kız Enstitüsü öğrencileri de vardı. Enstitü öğrencilerini temsilen Atatürk’e bir buket çiçek sunan Yaşar Göze, yıllar sonra o anı anlatırken bile çok heyecanlanmıştı. Yaşar hanımın babası bir subaydı ve Dersim’de görev yapıyordu. Diğer subaylar gibi onun da ailesi Elazığ’da ikamet ediyordu ve o evde de Dersimli kız çocuklarından birisi vardı. Elazığ Kız Enstitüsünün bir de yatılı kısmı vardı ve orası da Dersim’den getirilen kız çocukları için ayrılmıştı. ‘Yatılı’ olan bu çocuklarla diğerleri arasında fazla temas yoktu. O dönem okul müdürlüğü yapan Sıdıka Avar, ‘Dağ Çiçeklerim’ adını verdiği anılarında bu çocuklardan; vahşi bir coğrafyadan alınıp birer medeni Türk çocuğuna dönüştürülen varlıklar olarak söz etmişti.
∗∗∗
Gazete bilgilerinde çelişkiler olsa da Atatürk Diyarbakır dönüşü 17 Kasım’da geldiği Elazığ tren garında karşılanmış, heyetle birlikte Halkevine gelmiş ve geceyi bu mekânda geçirmişti. 1933’de açılan Halkevi de Buğday meydanına sadece birkaç yüz metre mesafedeydi. Her yıl 17 Kasım’da ziyaret için açılan Atatürk’ün kaldığı odada silahı dahil, kişisel eşyaları ve Pertek ve Singeç köprüsünün fotoğrafları vardı.
Bugünden geriye bakınca Osmanlı Elazığ’ındaki kültürel-dinsel çeşitliliğe dair mekânlar artık yoklar. Ama Cumhuriyet döneminin Tren Garı, valilik binası, Halkevi, Buğday Meydanı vb. yerinde duruyor. Ne var ki hiçbirinde geçmişteki bu deneyimlere dair bir iz bile yok. Bütün bu mekânların tanıklık ettiği siyasal-toplumsal öyküler açıklıkla yazılmadıkça ve bunlarla köklü bir yüzleşme olmadıkça, şehir bir tür belleksiz mekân olarak geleceğe mahcubiyetle bakmaya devam edecektir. Türkiye şehirlerinin neredeyse hepsi gibi.