Hayatımın nereden baksanız son 25 yılını, sinemanın gerçeklikle ilişkisini anlama çabasına harcadım. Şimdi bakıyorum da, ne yazık ki pek işe yaramamış; hem sinema hem de gerçeklik algısı o kadar hızlı ve beklenmedik biçimde değişiyor ki, 'iki artı iki eşittir dört' kesinliğinde formülleriniz yoksa, far görmüş tavşan gibi kalakalıyor insan...

Sinema-gerçeklik ilişkisi, çoğunlukla 'gerçeğin sinemadaki sunumu' çerçevesinde ele alınır. Ulaşılan ilk durak, kurmaca ve belgesel sinema ayrımıdır. Adı üstünde, biri hayal gücünün egemenlik alanında kurulur (fiction), diğeri tarihsel ve 'belgeli' verilerden üretilir (documentary).

Ama aslında bu epey aldatıcı bir ayrımdır, çünkü bazı kurmaca filmler gerçekliği hem algısal hem de olgusal düzeyde başarıyla kurabilirken pek çok belgesel film gerçeği gerçekliğinden soyar, geriye sadece yönetmenin kadrajında ne görünüyorsa o kalır. Böylece, örneğin Elio Petri'nin 1971 yapımı filmi La Classe Operaia va in Paradiso/İşçi Sınıfı Cennete Gider, insanlararası eşitsizlik ve sömürünün kökenini emek-sermaye çelişkisinin taş gibi somut gerçekliğine dayandırırken, örneğin Ford sponsorluğunda yapılan bir belgesel, makinenin üretim bandında ortaya çıkışını neredeyse 'bakire doğumu' kadar metafiziksel bir olaya dönüştürebilir: Fabrikatör istedi, oldu.

Bu, gerçekliğin anlatıcı/yapımcı/yönetmen tarafından belirlenen ve kontrollü biçimde üretilen çok sayıda versiyonu olabileceğini gösterir. E iyi de, anlatıcının belirlediği ideolojik sınırların ötesinde bir gerçeklik yok mudur? Örneğin fabrika, her türden sahneleme tekniğinin ötesinde, artık-değerin üretilip fabrikatör tarafından depolandığı yer değil midir? Peki bu taş gibi somut gerçeklik nasıl olur da ortadan kalkar? Diyelim ki ortalama iki saatlik bir izleme sırasında, nasıl olur da insan, örneğin oksijen solumadan yaşayamayacağı gerçekliğinden uzaklaşıp oksijensiz yaşayabileceğini gerçek olarak kabul edebilir?

Öyleyse, sinema-gerçeklik ilişkisine daha farklı bir bakış açısıyla yaklaşmayı denemeliyiz. Anlatılanların gerçeklikle ilişkisinden önce, anlatı ortamının 'gerçeklik yaratma gücü'ne bakmak iyi olabilir: İki boyutlu bir yüzeyde (perdede/ekranda) izlediğimiz görüntü, seyircinin zihninde dört boyutlu (mekânın üç boyutu artı zaman boyutu) bir dünyayı nasıl yaratır?

Bunu da sağolsun Aristoteles tâ 2400 yıl önce, anlatıların mimetik (özdeşleşmeci) gücü üzerinden araştırmış, hatta bugün bile geçerli olan kimi kurallarını yazmış. Bu sayede, iki saatlik bir filmi seyrederken kendimizi 70 yıllık bir sürecin içinde bulabiliyor, ne kadar saçma olursa olsun ana karakterin dertleriyle dertlenip onunla birlikte mücadelenin heyecanını yaşıyor, kurtuluşun yüceltici havasını soluyabiliyoruz. Bu sayede, eve götüreceğimiz ekmekle ilgili dertlerimiz, çocuğun eğitim masrafları, sefaletimizi derinleştiren onca yolsuzluk ve hukuksuzluk, baskı, zulüm gerçek olmaktan çıkıyor. Belli bir süre için bile olsa...

Bu 'özdeşleşmeci anlatı' geleneğinin sınırlarını araştırırken onu aşabilmenin yöntemlerini de buluyoruz: Genel olarak 'epik tiyatro' anlayışında, özel olarak Bertold Brecht'in kuram ve uygulamalarında, seyircinin o iki saatlik izlence sırasında kendi gerçekliğine yabancılaşmasını engellemenin de yollarını bulabiliyoruz.

E ama bu da bir süre sonra etkisini yitiriyor?! Hatta bazen seyirci, kendi gerçeğiyle yüzleşmekten ama onu değiştirecek bilinç ve örgütlülüğe sahip olamamaktan öyle yoruluyor ki, gerçeklik kaybı yaşayacağını bile bile aklını ekrana/perdeye teslim ediyor.

∗∗∗

İşte böyle oluyor: Zihnin tuhaf çalışma ve algılama süreçleri var. Bazen verili gerçekliği değiştiremiyor olmanın azabından kurtulmak için o gerçeklikten kaçıyor. Tabii gerçeklik gerçekte kaybolmuyor, sadece narkozun gücüne bağlı olarak bir süre hissedilmiyor.

Uzun lafın kısası, ilk paragrafta yazılı. Hayatımın nereden baksanız son 25 yılını sinemanın gerçeklikle ilişkisini anlama çabasına harcadım. Şimdi bakınca, pek işe yaramadığını görüyorum.

Ama belki de 'algı biçimleri' üzerinden meseleye biraz indirgemeci yaklaşıyorumdur, belki bu da başka bir gerçeklik yanılsamasıdır. Belki iki artı ikinin daima dört etmemesi bir çıkış yolu gösterebilir.

Biz gerçeği nasıl algılarsak algılayalım, gerçekliği değiştirmenin bir 'ütopik moment'i var mı? Var. E öyleyse, o momenti aramaktan daha değerli ve anlamlı bir işimiz de olmadığına göre...