İçinde bulunduğumuz kapitalist sistemin neredeyse her 60-70 yılda bir ürettiği krizler, sistemin insanlığa barbarlıktan ve sefaletten başka bir şey sunmadığını apaçık ortaya koyarcasına ağır faturalarıyla karşımıza çıkıyor. Bu faturayla yüzleşenlerin yaşamları üzerinde söz, yetki ve karar sahibi olmaya dair sergiledikleri irade ve direniş ise tüm dünya emekçi sınıflarına ilham kaynağı olmayı sürdürüyor. 5 Temmuz’da kapitalizmin tefecilerine karşı Yunanistan halkının vereceği referandum kararının böylesi bir ilhama katkı sunacak “HAYIR” ile sonuçlanması temennisiyle başlayalım.

Sistemin oyuncusu olmayı reddeden bir iktidarın, oyunun senaristleri tarafından nasıl köşeye sıkıştırıldığını, “kuralına göre oynamayanı rezil rüsva ederiz” tehdidiyle nasıl kolektif bir saldırıya uğradığını en net haliyle Yunanistan deneyimi sayesinde görüyor, izliyoruz.

Nasıl bir mücadele sorusunun yanıtlarına da katkı sunacak bu dersler, aynı zamanda Yunanistan’ın sadece bir “vaka” olmadığını, küresel bir politikanın izdüşümü olduğunu ve son tahlilde anlatılanın hepimizin hikâyesi olduğunu da bizlere sunuyor.

Çok tanıdık bir hikâyesi var… 20. yüzyılın ilk yarısına kadar tarıma dayalı bir ekonominin hüküm sürdüğü, gemi, taşımacılık ve tütün ihracatının daha sonrasında etkin olduğu, darbe döneminde sanayileşmenin yarıda kalarak sığlaşmaya terk edildiği bir ülke. Neoliberal küreselleşme sürecinde kaynakları, üretim gücü “üst akıllar”ın denetimi ve egemen sınıfın aracılığıyla talan edilmiş, dış tasarruflara muhtaç hale getirilmiş; emek gücü finansal ve imar rantlarıyla beslenen ekonominin hizmetkarları olarak güvencesizleştirilmiş, yoksullaştırılmış bir ülke. Bugün bütçede faiz dışı fazla sevici IMF programlarına uyumlu bir planda tasarlanmış ekonominin ürettiği bütçe açıklarını Alman ve Fransız bankalarından alınan borçlarla finanse etmiş, düşük faizlerle dış borçlarını katlayarak sürdürmüş bir ülke. 2008 kriziyle birlikte 2009’da bu borçları döndüremez hale gelerek dönemin iktidarlarınca 2010 yılında Troyka (Avrupa Birliği-Avrupa Merkez Bankası ’AMB’ ve IMF) ile masaya oturan, “personelleri azalt, ücretleri düşür, vergileri artır, sosyal harcamaları kes” programına tabi tutulmuş bir ülke.

Şimdi ise bu neoliberal saldırı bütününe HAYIR diyen halkın bu talebini sandığa yansıtarak iktidara taşıdığı SYRIZA aracılığı ile bir direniş deneyimine sahne oluyor.

Bir ülkede gerçekleşen ekonomik faaliyetlerin ulusal tasarruflarla finanse edilmediği kısmı cari açıkta izlenir. Cari açığın oluşumu- yani bahsedilen ekonomik faaliyetlerin niteliği ve finanse ediliş biçimi bugün dış şoklara karşı kırılganlaşmış ekonomilerin ortak özelliğidir. Literatürde cari açık için “alarm” sınırı olarak kabul edilen cari açık/ GSYH seviyesi yaklaşık %5’tir. 2008 yılında Yunanistan’da bu oran %16,3’e çıkmıştır. Örneğin Türkiye’de ise bu denklem 2009’da %9,7’ye ulaşırken, ekonomideki daralmaya bağlı olarak 2015’te %5,7 olarak gerçekleşmiştir. Dış kaynak akışına bağlı olarak Türkiye de alarm bölgesindedir.

Alarm bölgelerindeki ülkelerin, o güne kadar iktidarlarınca benimsenen politikaların sonucu olarak karşılarında görecekleri nihai “amir” ise IMF’dir. Yıllardır ülkelerin iktisadi, siyasal ve toplumsal düzenlerine müdahale ederek kapitalizmin küreselleşmesine ve tasarlanan büyüme modeliyle yeniden üretilmesine hizmet eden bu kurum, özellikle 80 sonrası neoliberal programın yeryüzünün her köşesinde yerleşik hale gelmesinde önemli bir rol üstlenmiş, kapitalizmin çevre ülkelerini merkezleri finanse eden depolar haline getirecek programlarla hizaya getirmiştir. Bugün 60’ın üzerinde ülkeye borç ilişkisi aracılığı ile doğrudan müdahale etmektedir.

Bugün Yunanistan’ın direndiği ya da direnişini sürdürmesi gereken de bu müdahaleye karşıdır. İktisadi, siyasi ve sosyal yaşama müdahale ortadan kalkmadıkça bağımsız karar verebilme ve geleceği belirleme seçeneği de ortada olmayacaktır. Bu müdahaleyi ise bir kurum veya kurumlar bütünü olarak görmek son derece aldatıcıdır. Bu aldatmacaya düşmek, “yarın birgün başımıza bir iş gelirse, Türkiye’nin nasıl olsa IMF ile borç ilişkisi yok, bu tehlikeden azadeyiz” tuzağına hapseder, Türkiye’nin bugün iktidar aracılığıyla pekişen dış kaynak bağımlılığı sayesinde küresel sermayenin nasıl kölesi haline geldiği gerçeğini de örtbas eder.