Hafta içi her sabah KRT TV’deki Medyaterapi isimli programımda, günün öne çıkan ve üzerinde ayrıntılı olarak durmaya, yorumlamaya değer konularını seçerken bir hayli ter döküyorum. Hem, “hangisini alsan, öne çıkarsan diğerini önemsiz saymış gibi” bir izlenim uyandırmamak, hem de “hep aynı konuların üzerinde kim bilir kaç yüzüncü ya da bininci kez konuşmuş olmanın bıktırıcı etkisini” izleyiciye yaşatmamak için, kılı kırk yarmaya çalışıyorum.

Ele aldığımız her konu başlığı, ne ilginçtir ki çoğunlukla, aslında bu ülkenin ve toplumun hep “aynı yanlışı yapıp, ders almayıp, ikmale (bütünlemeye) kalıp, bir türlü sınıfı geçemediği” başlıklar oluyor. Hani lise yıllarımızın o “ikmale kalma” uygulamasına uyarladığımız ünlü müzisyen Alpay’ın (Nazikioğlu) ünlü “Eylül’de Gel” şarkısı vardı ya... Hep o şarkı gelir aklıma, böyle durumlarda.

Hani “Eylül’de de gelsen, Ekim’de de gelsen” bir türlü geçemediğimiz bir sınav gibi tüm mevzularımız.

Pazartesi gününden beri deprem konusunu işledik medyanın tamamında. Gazetesi, dergisi, TV’si, radyosu, internet sitesi, YouTube kanalları. Hepimiz aynı şeyleri anlattık durduk. Aynı yanlışları hatırladık, hatırlattık. On yıllar boyunca yapılan ihmal ve hataları hep “ikmale kalıp” yine dersimizi çalışmayıp, yine “çaktığımızı” ve bir sonraki sınavdan da “çakmayı garantilediğimizi”, üzülerek bir kez daha gördük.

Herkesin herkese, yönetenlerin yönetilenlere, yönetilenlerin yönetenlere, sorumlunun sorumsuza, suçlunun mağdura, mağdurun suçluya, özetle toplum olarak kulaklarımızı tıkayıp birbirimize “çok bilmiş dersane hocası” tavrıyla vaaz verdiği bir tiyatro sahnesinde aynı oyunu izleyip durduk.

Sonuçta mağduriyetler, milyonlarca insanın çaresiz ve terkedilmiş hali, ortada “öylece” durmaya ve bizleri utandırmaya devam ediyor ve edecek.

∗∗

Siyaset sahnesinde durum farklı mı?

Muhalefetin, saymayı bile unuttuğu onca seçimde, aynı hataları yapa yapa bir türlü o “köprüden önceki son çıkış” etiketini yapıştırdığı ama kendisi bile durumun vahametini anlamadığı seçim ve referandumları kaybedip, sonuçlarından des çıkarmayıp, “Eylül’de yine gelip, yine kaybeden bir fasit daire” görüntüsü sergilenmiyor mu?

Bırakın seçimi nasıl kazanacağını ve halka ne anlatacağını, seçime (bugün itibarıyla) 51 gün kala kimi aday göstereceğini bile bilemeyen bir durumdaki ana muhalefet partisi nasıl güven verip de oy alacak?

Daha şunun şurasında 1 yıl önce bu vakitlerde yine “aday belirleyemediği için eleştirilen” ve bu zaafın etkisini son seçimde de yaşayan muhalif siyasetçiler, hiç mi rahatsız olmazlar bu sevimsiz tarihi tekerrürden?

3 dönem, 4 dönem, 5 dönem aday olmuş ve görev yapmış insanların, “Acaba ne kadar başarılı oldum? Ne yaptım? Ne yapamadım?” sorularını hiç sormadan kendi kendine yakıştırdığı “vazgeçilmezlik” yaftasının altında ezilmelerine daha ne kadar süre tanık olacağız?

Düşmanlarına ve muarızlarına hiç bir iş çıkarmadan, tamamen kendi çabalarıyla “tedavülden kalkmış ve kendi kendini bitirmiş” bayat siyasetçilerin, çaresizlik içinde küfür, hakaret, hezeyan dolu haykırışlarla dolu tiradlarına daha ne kadar tahammül edeceğiz?

Bir yandan etnik, bir yandan din soslu, bir yandan mezhepçi “ucuz” ve ayrıştırıcı siyasetin tüm kirini üzerinde taşıyan, bir türlü temizlenmeyi aklından geçirmeyen, üstelik orada burada bu “kiri” her yere bulaştırmayı marifet sayan siyasetçi tayfasının ülkeye vermeyi sürdürdüğü zararı, kim nasıl ve ne zaman tazmin edebilecek?

∗∗

Kurucu babalarının kovaladığı emperyalist düşmanı, “inceden inceye kurgulanmış sinsi” politikalarla bile değil, açıkça, göstere göstere, böbürlene bölürlene “arka kapıdan ve bacadan” bile değil, “ön kapıdan bando-mızıka ile” içeri alan ve önüne kırmızı halılar seren “müstevli muhipleri” nasıl oluyor da bizlerden yani anti emperyalist vatansever insanlardan bile daha mağrur bir ruh haliyle ortada dolaşabiliyor?

Kurucu değerlerin ve özellikle de laikliğin üzerinde alenen tepinilirken ve bu memleketi tarikat-cemaat çukuruna gömmek isteyen şeriat ve hilafet yanlıları, nasıl olup da “en yüksek perdeden” sağa sola atar-gider yapabiliyor?

Geçmişte bunun yol açtığı hastalıklara yine, yeniden yakalanmak için neden elimizden geleni yapmaktayız? Bunun yolaçabileceği hasarı/enfeksiyonu, hangi “antibiyotik” giderebilir?

Her sabah, canlı yayın sonrasında “Ne konuştuk? Ne kadar anlatabildik? Vakit ve enerjimize değdi mi? Zorunlu tekrarını ne zaman yapacağız acaba?” sorularıın sorarak kalkıyorum masadan.

Mikrofonları yakamdan sökerken, yarın aynı mikrofona aynı şeyleri söylemek zorunda kalmanın “yıpratıcı ve kahredici yorgunluğunu”, daha kaç gün, hafta, ay ve yıl sırtımda taşıyacağım?

“Eylül’de bütünleme sınavına” hazırlanmayı hep reddeden, bütün vaktini arsada top oynayarak (şimdinin çocukları bilgisayar, tablet telefon başında) geçiren, annesinin “Haydi oğlum! Bıkmadın mı şu toptan? Biraz kitap oku... “ sitemine mâruz kalan tembel öğrenciler gibi bir toplum olmaktan ne zaman çıkacağız?