Bir sürü iğrenç şey oluyor hayatta, neden oluyor ve neden azalmıyor? Bu iğrenç şeylerle mücadele, yanlış yollarla mı yapılıyor? Hem iğrenç dediğimiz şeylerin öznel bir yanının olması da kafaları karıştırıyor. İğrenme, belirsizliğiyle belirliyor her şeyi. İğrenmenin öznel bir yanının da olması, kafaları karıştırıyor. Bir yemekten iğrenmeyle bir cinsel tercihten ya da bir hayvana eziyet etmekten iğrenme, aynı kaynaktan gelmiyor sonuçta. Gazete ve televizyon haberlerinde iğrenç şeylerle karşılaşıldığında, ya iyi ki benim başıma gelmedi tesellisiyle izleniyor ya da televizyon kanalı zaplanıp yok sayılıyor genellikle. Hâlbuki iğrendiğimiz şeylerle yüzleşmediğimiz, iğrenmenin üzerindeki gizemi kaldırmadığımız sürece, bütün o iğrençlikler devam ediyor, edecek... Julia Kristeva, Ayrıntı’dan çıkan “Korkunun Güçleri” kitabında, bütün bu iğrençliklerin, iğrenmenin ve iğrenç kabul edilen şeylerin ahlaktan toplumsal kalıplara pek çok şeyi belirlediğini ve sınırları oluşturduğunu iddia ediyor: “Çünkü iğrenç, bireylerin uyumlanmasını ve toplumların yatışmasını sağlayan dinsel, ahlaki ve ideolojik kodların diğer yüzüdür. Bu kodlar, iğrencin arındırılmasına ve bastırılmasına hizmet eden kodlardır.” Ama Kristeva’nın da altını çizdiği gibi, bastırılan mutlaka geri döner ve bizim ‘kıyamet’imizi oluşturur.

Genel olarak iğrençle sadece peygamberler, sanatçılar, filozoflar yüzleşme cesareti gösterir farklı amaçlarla; çoğunluk ise iğrenç olandan kaçınarak yaşamayı tercih eder. Planlamak, iyileştirme vaadinde bulunmak, estetikleştirmek, sosyal güvence oluşturmak gibi yollar tercih edilir. Aslında insanın kendisinden başlayarak iğrenmeyi araştırması ve anlaması, belki de en gerekli yol. Bunu kısmen edebiyat ve sanat üstlenmiş durumda. Lars von Trier ya da Haneke gibi sinemacıların insanı rahatsız eden o filmleri, Celiné, Bataille gibi yazarların yapmaya çalıştığı şey, iğrence karşı bir direnişten ziyade, bilinçdışına itilen, korkuyla insanlara ve toplumlara yön veren şeylerin özümsenmesi, boşaltılması ve atılması bir bakıma. Psikoterapi, bunu bireysel olarak başarabildiği ölçüde kişide bir içsel özgürlüğe neden olabilir.

İnsanın kendisinden iğrenmesi, en zoru olsa gerek. Örneğin, ödipal çatışmasını çözümleyememiş biri, annesinin kendisinden iğrendiği için reddettiğini düşünmüşse, ya bu iğrenmeyi dışsallaştıracak ya da her reddedilmede aynı duyguyu yaşayacak… Adam Phillips, “Dehşetler ve Uzmanlar”da bir danışanından örnek verir, bu örnekte, iğrençlik ve erkeklik özdeşleştirilir; çocuk, annesinin babasını iğrenç olduğu için reddedildiğini düşünerek ödipal düzlemde erkeklerin iğrenç oldukları için reddedildiğini ve erkek olmak için de iğrenç olunması gerektiğine inanabilir. Oldukça karmaşık bir süreçten bahseder burada Adam Phillips, iğrenç görünmeyi bilinçdışı bir biçimde arzulayan bir çocuğun tepkisine bakarak.

Julia Kristeva da, Adam Phillips de, uygarlıkların kendilerini inşa etmek için dehşete, iğrenmeye ve korkuya neden ihtiyaç duyduğunu anlamak istiyorlar. Ama ikisi de, hem korkuyu, hem iğrenmeyi, madalyonun diğer yüzünü anlamak için kullanıyorlar. Mutsuz olmak, nasıl ki hayatımızın eksiklikleri üzerine düşünmek ve mutluluk için bir çare aramaya hizmet ediyorsa, iğrenme ve korku da asıl güzel ve arzulananı anlamamıza yardımcı olabilir.

İğrenme ve korku, insanın kendisini koruma amacına hizmet eden önyargılarımızın kaynağını oluşturur; ama insanı koruma amacıyla oluşan önyargılar, anlamaya değil ahlaka hizmet ettiği ve yaşanılanları algılayışımızı şekillendirdiği için de sonradan korumak yerine zarar veren dirençli yapılara dönüşme tehlikesini barındırır. Edebiyat ve sanatın dönüştürücü etkisi de burada başlar aslında, önyargıları sorgulamamızı sağlayarak.