Google Play Store
App Store
Bu komplonun amacı belli

Yargıtay 3. Ceza Dairesi, Gezi davasında Mücella Yapıcı, Yiğit Ali Ekmekçi ve Hakan Altınay’ın cezalarını bozup tahliyelerine hükmederken, Osman Kavala, Tayfun Kahraman, Mine Özerden, Çiğdem Mater ve Can Atalay’ın cezalarını onadı.

Gezi davası hakkında çok şey söylenebilir ama şurası çok açık ki bu davada anlatılan hikâye, Kabataş yalanının gelişmiş, derinleştirilmiş ve başka uydurma detaylarla zenginleştirilmiş versiyonundan başka bir şey değil. Yargı, demokratik ve barışçıl karakterli Gezi Direnişi’ni, iktidarın politik okumasına uygun şekilde resmen başka bir içerikle yeniden yarattı. Eylemleri hiç olmadığı kalıplara soktu, birbiriyle ilişkili olmayan olaylar arasında bağ kurdu, kişilere yerine getirmedikleri misyonlar yükledi ve ortaya delillerden azade bir darbe girişimi çıkardı. Bizzat Saray’da hazırlanan senaryo, devletin “Gezi gerçeği” oldu.

Bu davadaki konsept, tamamen hayal ürünü ve kelimenin gerçek manasıyla bir komplo teorisi. Türkiye’de iktidarın ideolojik saplantılarından yola çıkılarak üretilen bu komplo teorisi, tüm dünyanın gözü önünde insanların hayatlarını karartan bir yargı kararına dönüştürüldü. Hükmün altında 5 yargıcın imzasının bulunması, ülkede saçmalığın sınırlarının ne denli uçsuz bucaksız olduğunu gösteriyor. Adalet sistemi milyonlara, “İktidarla uğraşmayın yoksa hakkınızda hiç delil olmasa bile canınızı yakarız” mesajı veriyor.

***

Yargıtay’ın 75 sayfalık son kararının içeriğini oluşturan ve yetişkin bir insanın ikna olmakta zorlanacağı Gezi kurgusu özetle şöyle: Türkiye’de 81 kentin 78’inde yapılan yüzlerce eylem, hükümeti ortadan kaldırmayı hedefleyen ve hazırlığına 2 yıl önce girişilen bir planın parçasıydı. Eylemler kendiliğinden ve gelişigüzel şekilde başlamadı. Gezi’den 2 yıl önce, sendikalar, meslek odaları, demokratik kitle örgütleri ve siyasi partilerin Taksim yayalaştırma projesine karşı kurdukları inisiyatif, Haziran 2013’teki direnişin miladıydı. Tayfun Kahraman ve Can Atalay Taksim Dayanışması’nı bu tarihte kurdu, dayanışmaya ait Twitter hesabından yapılan paylaşımlarla toplum kışkırtıldı. George Soros’un desteklediği Sırp OTPOR ve CANVAS gibi yapılar olaya dahil oldu. Osman Kavala eylemleri finanse etti, akıl hocası olarak planladı, yönlendirdi ama her platformda perde arkasında kaldı.

Peki iyi güzel de OTPOR/CANVAS’ın Gezi eylemleri ve sanıklarla ilişkisi nasıl kuruluyor? Pek çok kişi bu noktada, örgüt yöneticilerinin Kavala, Atalay, Kahraman, Mater ya da diğer sanıklarla görüşmüş olması gerektiğini düşünür. Öyle değil. Türk yargı sistemi “ilişkiyi” şöyle açıklıyor: CANVAS'ın sosyal medya hesaplarından Gezi eylemleri ve Türkiye’deki gelişmelerle ilgili paylaşımlar yapılmış. Süreç örgüt tarafından yakından takip edilmiş ve 2000 yılında Sırbistan’da yapılan eylemler ile Gezi eylemleri arasında “birebir benzerlikler” bulunduğu fark edilmiş. “En önemlisi” de OTPOR ve CANVAS’ın yöneticileri Gezi eylemlerinden 1 yıl önce Türkiye’ye gelmiş.

Bu sırada ne yapmışlar, nereye gitmişler, hangi faaliyetlerin içinde yer almışlar, orası bilinmiyor (OTPOR’un lideri Ivan Maroviç, 2019 yılında Kavala ve iddianamede adı geçen başka herhangi biriyle tanışıklığı olmadığını açıklamıştı. Gezi’den bir yıl önce yaz aylarında arkadaşlarıyla Türkiye’ye yaptıkları ziyaretin de tatil amaçlı olduğunu belirtmişti). Sanıklarla bir görüşme de tespit edilememiş. Bağlantıyı ispatlayacak herhangi bir kayıt ya da görüntü de yok. Sadece örgüt yöneticileri bir vakitte Türkiye’ye gelmiş. Bağlantı gibi bağlantı. Aynı mantıkla yola çıkılırsa, benzer tarihlerde Türkiye’ye bir IŞİD yöneticisi girmişse, Gezi ile IŞİD arasında da pekala iltisak kurulabilir.

***

Hüküm giyen hak savunucularının önemli bir bileşeni olduğu Gezi, birkaç kişinin başlatamayacağı, planlayamayacağı ve yönlendiremeyeceği kadar geniş bir halk hareketiydi. Sadece kişilerin ve sivil inisiyatiflerin değil, geçmişi uzun yıllara dayanan siyasi partilerin, hareketlerin bile boyunu aştı. Kendiliğinden olduğu kadar bağımsızdı da; ansızın başladı, büyüdü ve sona erdi. Herkes bir yerindeydi ama kimse her yerinde değildi.

Mekanın Taksim-Gezi olması bile aslında tesadüftü. Başka bir yer de benzer bir patlamanın adresi olabilirdi. Toplum öylesine bunalmış ve siyasal İslamcı kuşatmaya o denli tepki biriktirmişti ki sokaklara akın etmek için bir kıvılcım yetti. Devlette tarikat-cemaat kadrolaşmaları artıyor, liyakatsizlik çoğalıyor, özgürlükler kısıtlanıyor, cumhuriyetin ilerici birikimleri tasfiye ediliyor, eğitim çürüyor, laikliğin altı boşaltılıyor, ülkenin varlıkları haraç mezat satılıyor, Türkiye adım adım bugün içinde olduğu karanlığa doğru sürükleniyordu. İşte milyonlar, bu gidişe dur diyebilmek için çıktı meydanlara.

Yargıtay’ın onadığı ve “suçun” bir grup mücadele insanının üzerine yıkıldığı Gezi kararının bugün özel bir anlamı var. Sıradan bir dönemde değiliz, yağdırılan bu cezalar, mevcut konjonktürde topluma açık bir gözdağı. AKP halka, “Hakkını sokakta arayanı hapse tıkarım” tehdidini savuruyor. Muhalif kitleleri korkutarak meydanları tamamen siyasetsizleştirmek, ağır sorunların baş gösterdiği ülkeyi kimsenin çıtını çıkarmadığı bir ortamda idare etmek istiyor. Toplumun sessizliğinin kendisine getireceği yönetimsel konforu arıyor. Resmi muhalefet zaten kısmen kontrol altında, en büyük korku ise bir kez daha Gezi benzeri bir halk hareketinin açığa çıkması. Korkmakta da haksız sayılmazlar. Oyunu sadece kitlesel bir halk hareketi bozabilir.

Saray rejimi herkesle barışabilir, herkesi affedebilir. Her politikasından cayabilir, girdiği her yoldan geri dönebilir. Yalnızca bir konudaki tutumundan vazgeçmez: Gezi’ye olan nefretinden... Çünkü Gezi bu ülkeye gerçek demokrasinin ufuklarını gösterdi. Bir cumhuriyetin yurttaşlarına sahip oldukları gücü hatırlattı, onları heyecan uyandıran bir “yeni” ile tanıştırdı. Güdümlü mahkemeler hangi kararı verirse versin hakikat bu. Ters tarafa kulaç atmakla suyun yönü değişmez. Gezi’ye bir kez daha selam olsun.