Bükreş; görkemli eski binaları, muhteşem meydanları ve geniş caddeleri ile tipik bir...

Bükreş; görkemli eski binaları, muhteşem meydanları ve geniş caddeleri ile tipik bir Doğu Avrupa kenti. Neredeyse dünyanın tüm kentlerinde bir tür Türk bayrağı gibi kendini gösteren “Döner” tabelalarıyla burada da karşılaşıyorsunuz.

“Döner” tabelaları alışıldık bir görüntü, ama onlardan çok daha sık rastlanan bir başka tanıdık sözcüğe ne demeli? Adım başı küçücük derme çatma mekanlar görüyorsunuz, üstünde “Amanet” yazıyor. Bir meraktır alıyor insanı, Romence bir başka anlamı mı var, dillerine bizden geçmiş bir sözcük mü?
 
Merakımı gideren açıklamayı İona yapıyor: “Son yıllarda, krizle ve artan yoksulluğa paralel olarak çoğaldı bunlar. İnsanlar kıymetli eşyalarını bırakıp para alıyorlar. Daha çok mücevher. Bir süre sonra, belli bir yüzde ödeyerek bıraktıklarını geri alabiliyorlar”.

Bizde Kemalettin Tuğcu romanlarında anlatılan rehin dükkanlarından yani. Kıymetli malınızı oraya “emanet” ediyor, emanetinizi alabilirseniz bir miktar para ödüyorsunuz. Yoksa, elde avuçta ne varsa, böyle birer birer gidiyor, yok pahasına…

Avrupa Gazeteciler Birliği’nin (AEJ) 49. Kongresi için Romen Bağımsız Gazeteciler Derneği AZIR’ın konuğu olarak Bükreş’teyiz. Bu kez çok fazla insanın Türkçe selamlaşma, birkaç Türkçe cümle ile diyalog kurma çabası karşısında şaşırıyorum. Sonra, bu gelişmenin altında televizyon dizilerimizin emperyal gücünün (!) yattığı anlaşılıyor. Dizilerimiz, Orta Doğu’yu fethettikten sonra, tam gaz Balkanlar’a da dalmış. İnsanlar bir Türk görsek de dizi kültürümüzü sergilesek havasındalar. O gazla, akşamları, artık Çin, Hint, İtalyan vb. değil, Türk lokantaları aranıyor sokaklarda.

Her kongrede diğer arkadaşlardan biraz daha fazla takıldığım birileri olur mutlaka. Birlikte maç izlediğimiz Hırvat Gazeteciler Sendikası Başkanı Zdenko’ya attıkları her gol için bir bardak şarap ısmarladıktan sonra, aramıza Sırbistan’ın tanınmış gazeteci-yazar ve şairlerinden Miloje’yi de alıyoruz.

“Deda” (Dede) diye takıldığım Miloje enteresan biri… İki de bir her gün bir arkadaşının öldüğünü söyleyip iç çekiyor. Yugoslavya döneminde bakanlık, başbakan yardımcılığı yapmış, Miloşeviç’in milliyetçi çizgisine tepki gösterip siyasetten çekilmiş. Çoğu Sırp’ta gözlenen “milli hassasiyet”ten eser yok onda. “Kosova savaşı öncesinde” diyor, “sizinkiler dua edip uyudu, bizimkiler içip içip daha başlamadıkları savaşın zaferini kutladılar.  Türkler saldırıya geçtiğinde Sırplar sızmış uyuyordu.” “Gerçekten mi, Miloje?” diyorum. “Bilmiyorum, ama benim tezim bu” diyor.

Dünya ne kadar bencilleşti… Eskileri dinleyince insan bunu daha iyi kavrıyor. Miloje 23 yaşında Cezayir savaşına katılmış, uluslararası tugaylarda Fransızlar’a karşı çarpışmak için. Uçaklarının Fransızlar tarafından fark edilip vurulacağını anlayınca paraşütle atlamışlar. Değişik uluslardan 20-25 kişi… Çoğu indikleri yerde öldürülmüş. Miloje sol kolundan vurulmuş. Fransızca konuşması ve La Marseillaise söylemesi sayesinde ölümden kurtulmuş. Tedavi edilip Tunus’ta Fransız esirlerle takas edilmiş. 

Nereden nereye? Başka ulusların kurtuluş savaşlarında canını ortaya koyanların dünyasından bugünün bencilliğine dönünce, insan kapitalist işletmelerin kimi uygulamalarına bile sevinebiliyor.

Romanya’daki en önemli sanayi kuruluşu 15.200 kişinin istihdam edildiği Dacia fabrikası. Otomasyonun/robotların en az kullanıldığı otomobil fabrikası olarak biliniyor. Eh, şu işsizlikler çağında ne mutlu Romen işçilere…

Upuzun üretim hatlarının altında kadın ve erkek işçilerin birlikte aynı işi yaptıklarını görmek, proleterleşmenin en önemli farkları bile ortadan kaldırabildiğini düşündürtüyor. Otomobil endüstrisinde kadın istihdamı ortalama yüzde 18’ken, Dacia Romanya’da bu oranı yüzde 29’a çıkarmışlar. İstihdam politikalarının da üç ayağı varmış; kadınlara, Çingeneler gibi dışlanan azınlık mensuplarına ve engellilere öncelik tanımak!
 
Gazetecilikle ilgili kongre notları ise bir sonraki yazıya.