Google Play Store
App Store

Fırsat buldukça uğradığım sahafta kitapları inceliyordum. Dükkân sahibinin doğuştan gelen bir rahatsızlıkla vücudu çarpılmış oğlu yanıma yaklaştı, fısıltıyla “Ben de sizdenim” dedi. Zaman 80’ler, yer ikimizden başka kimsenin olmadığı küçücük bir sahaf dükkânı. Şaşkınlığımı görünce ceketinin sol yakasını kaldırıp görünmesin diye yakanın arkasına taktığı CHP rozetini gösterdi. CHP’li değildim ama o sırada bunu belirtmeye gerek görmedim, kitaplara döndüm. Genç adam rafların arkasındaki zulasından çıkardığı bir kitabı hiç kimsenin olmadığı dükkânda kimseye göstermemeye çalışarak bana uzattı. “Bunu sadece size veriyorum, ben de sizdenim.”


Kitabın adı Viski, yazarı Çetin Altan’dı. Kitap 12 Eylül’ün yasaklılarından mıydı, böyle gizli bir alışverişe konu olacak kadar ‘tehlikeli’ miydi, bilmiyorum. Çetin Altan pek okuduğum bir yazar değildi, bu olayın yaşandığı günlerde politik duruşu da biraz sıkıntılıydı. Kitabı almadım, ‘bizden/sizden’ meselesine dair birkaç cümle geveleyip oradan çıktım.


Altan’ın 1978 tarihli romanı Viski’yle yıllar sonra yine bir sahafta karşılaştım. Bu sefer aldım, ummadığım bir keyifle okudum:

“Ama karşısında sanki yığınlar yok, ölüleri ayakta duran bir mezarlık vardı. En ufak bir tepki alamıyordu ve son bir umutla sözü uzatmaya çalışıyor, başarılarını eskiden denediği beylik nutuk cümlelerini art arda sıralamaya devam ediyordu: ‘Yüreği ak, alnı pak, özü doğru, sözü doğru…’ öndeki kocaman bıyıklı kasketliler öyle duruyorlardı. ‘Bu topraklar için toprağa düşen…’ Gün ikindiye dönüyordu. Uzakta bir kuş uçuyordu. ‘Bir lokma ekmeğini öküzüyle bölüşen…’ Ne bir kıpırtı, ne bir mırıltı. Binlerce insana değil, sinir bozucu yankısız bir boşluğa konuşuyordu. Bir hırs basmaya başlamıştı içini. Hani nerdeyse, ‘Ulan kanınız mı dondu, hiç değilse yuh çekin budala herifler!..’ diye bağırmak üzereydi. ‘Yalınayak, karnı aç, çulsuz dolaşan…’ Ta ortalardan pısırık bir ses: ‘Allahtan bahset,’ dedi. Önlerden bir ses tekrarladı: ‘Allahtan bahset.’ Ve taş kesilmiş susan o yığın, bir anda dalgalanıp uğuldamaya başladı: ‘Allahtan bahset, Allahtan bahset, Allahtan bahset’. Konuşmacı: ‘Ben imam değilim, Allahı camide konuşuruz, kutsal konuları günlük konulara karıştırmayalım arkadaşlar,” diye bağırdı. Sonra bir şeyler daha söyledi. Ama sözleri duyulmadı. Biri hoparlörün telini koparmıştı.”


Bir insanın hayatı üzerinden Türkiye’nin hikâye edildiği romanın bundan sonraki sayfalarında gerçeküstücü ve dehşetli bir linç sahnesi yaşanır. ‘Allah’tan bahsetme politikacıları’ halkın içindeki sıradan faşizmi ortaya çıkarmış, Allah’tan bahsetmeyenlerin üstüne salmıştır.


Zaman geçti, dünya değişti, Allah’tan bahsetmecilerin çırakları bugünün ustaları oldu. Ama ‘Allahu ekber’ bir süredir ezanı değil kafa kesme törenlerini hatırlatan bir nidaya dönüştüğü için artık Allah’tan eskisi gibi bahsetmiyorlar. “Eyyy” diyorlar, ‘bunlaarrr’ diyorlar, sıradan faşizmden kendilerince nemalanmaya çalışıyorlar.


Dünya değişirken linç edenlerle edilenlerin yeri de değişti; Viski’nin yazarı Çetin Altan, politik iktidarın halkı beyaz Toros tehdidiyle, bombayla, maden göçüğüyle, yıkılan inşaatla, başlarına fırlattığı Kaçak Saray’la linç ettiği bir ülkede öldü.

Bana öyle geliyor ki, yaşasaydı 2 Kasım’da daha farklı bir ülkeye uyanacaktı. Belki kaçak bir sarayın temelindeki çatırtıyı duyacak, kim bilir belki kafasında yeni bir roman şekillendirmeye başlayacaktı… Ama dert değil, biz onun yerine de duyacağız nasıl olsa; çünkü biz Çetin Altan’dan değiliz belki, ama son yazısında şu satırları yazan Çetin Altan bizdendir: “Biz torunlarımıza istediğimiz ülkeyi bırakamıyoruz. Ama siz uğraşırsanız, mücadeleden vazgeçmezseniz, dünyadan ayrılırken ‘torunlarımıza istediğimiz ülkeyi bırakıyoruz’ deme mutluluğunu siz tadabilirsiniz. Hayallerinizden, ümitlerinizden, mücadelenizden vazgeçmeyin. Amacınıza ulaşamazsanız da, bu amacı gelecek kuşaklara devretseniz de, kozmosla son hesaplaşmanızda, ‘daha iyi bir dünya için biz de fena mücadele etmedik’ diyebilirsiniz. Bu da az şey değildir. Buruk da olsa, yorgun gözlerinizde bir tebessüm yaratır. O tebessümlerin çoğalması da elbet bir gün kurtarır bu ülkeyi. Enseyi karartmayın.