Cumhuriyet tarihinin en gerici ve en karanlık koalisyonu olan islamcı faşist ittifakın, ülke yönetimine yeniden elkoyduğu bir döneme girdik. Adil ve demokratik olmayan bir ortamda yapılan, baskı, şantaj, yalan ve iftira ile yürütülen seçim sürecinde, ülkenin demokratik güçleri esas olarak devletle mücadele etti. Deyim uygunsa, seçimler kaybedilmedi, bir anlamda çalındı. Zarlar hileliydi.

Dolayısıyla ortada formel bakımdan yasal sayılsa da siyasal ve ahlaki bakımdan meşruiyeti olmayan bir seçim ve iktidar bulunuyor. Toplumun acı çekeceği, karanlık, sancılı ve çatışmalı bir döneme girilirken, mevcut iktidarın ömrünün ne kadar süreceği ise belirsizliğini koruyor. Ortaya çıkan tablodan, küçük bir gerici ve faşist azınlık dışında kimse mutlu görünmüyor. Öyle ki, ekonomik krizin vurduğu ülkede, AKP’ye oy verenlerin bile şaşkın olduğu bir ortam yaşanıyor.

Esas olarak Cumhur İttifakı’nın “ahlaksız” seçim kampanyasının ve iktidarın eleştirilmesi gerekirken, aralarında kimi bağımsız medya kuruluşlarının da bulunduğu çevrelerin, muhalefete “neden kazanamadınız” diye saldırması ise, tam bir aymazlık örneği oluşturuyor. Daha kötüsü, bu siyasal ahmaklık halini, örtük bir korku besliyor.

Durum böyle olunca, aslında toplumda her iki kişiden birinin islamcı faşist (islamo-faşist) bir diktatörlük girişimine direndiği gerçeği, yani yüzde 48’lik oyun (aslında yüzde 50’nin üstündedir) demokratik değeri de görülemiyor. Zihin dünyası liberalizm ile lekelenmiş teslimiyetçi bazı gazeteci ve aydınların da katkılarıyla oluşan bir karamsarlık duygusu, topumun dokularına siniyor.

Bu nedenle, gerçek tabloyu ortaya koyacak, yenilmişlik duygusunun aşılmasını sağlayacak ve karamsarlık atmosferini dağıtarak toplumu yeniden ayağa kaldıracak bir girişimi başlatmak, en acil demokratik görev olarak önümüzde duruyor. Diktatörlük girişimini durdurmanın ve yenilgiye uğratmanın başka yolu yoktur. Bu mücadelede Türkiye’nin demokratik ve sol güçlerinin güveneceği ve dayanacağı kesim, işte o yüzde 48’lik büyük kitledir.

Önceki yazılarımda ve televizyon programlarında da ifade ettiğim gibi; seçim sonuçları bağlamında hiç kuşkusuz, başta Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve onun liderliği olmak üzere  muhalefet de tartışılacaktır. Vergi kaçırmadan bir siyasal muhasebe yapmak, tarihsel bir ara bilanço çıkarmak zorunluluktur. Zaten bir süredir bunu yapıyoruz.

DEĞİŞİMİN YÖNÜ VE KAPSAMI

CHP, 14-28 Mayıs 2023 seçiminin hemen ardından, yönü ve kapsamı belli olmayan, kişilere indirgenmiş ve genel başkan değişimine sıkıştırılmış bir “yenilenme” tartışmasının içine çekildi. Bu tutum, iktidara paha biçilmez bir siyasal meşruiyet üretilmesine yol açtı. Üretmeye de devam ediyor. Öyle ki, Erdoğan, sanki adil ve demokratik seçimler sonucu kazanmış gibi bir hava oluştu. Hile, yalan, iftira ve kara propaganda adeta unutuldu.

Lafı dolandırmadan belirtelim ki; merkez solda CHP’de liderliğini de içine alan bir değişim gerekli ve kaçanılmazdır. Ancak bu değişim, esas olarak ideolojik, siyasal ve örgütsel bir yenilenmeyi hedeflemelidir. Merkez solun ya da aynı anlama gelmek üzere devrimci demokratik hareketin –deyim uygunsa- bir rönesans sürecine girmesi, yani kendi tarihsel kaynaklarına dönerek onu yeniden üretmesi şeklinde bir değişim hareketi tasarlanmalıdır.

Bilindiği gibi, yenilenme ihtiyacının kaçınılmazlığını gören CHP yönetimi de kurultay sürecini başlattı. Bu nedenle CHP’nin siyaset ve muhalefet yapma tarzı hakkında bir tartışma yapmanın tam zamanıdır. Bu önemli konuda daha önce birkaç kez kapsamlı yazılar kaleme aldım. Dolayısıyla bu yazımda da daha önce farklı bağlamlarda ifade ettiğim kimi görüşlerimi kaçınılmaz olarak tekrarlayacağım.

Sıkça belirttiğim gibi, dostça bir tartışma ve yapıcı bir eleştirinin, eğer hakkı verilebilirse, CHP’ye zarar değil, yarar sağlayacağını düşünüyorum. Böyle bir tartışma yapmanın önemi de nedeni de açıktır; CHP hala, islamo-faşist bir diktatörlüğe doğru sürüklenen Türkiye’de en önemli muhalefet gücüdür. Önemlidir çünkü; bu süreklenişi durduracak en büyük potansiyele, tarihsel köklere ve örgütsel kapasiteye sahip partidir. Uzun süren sağcı, muhafazakar ve islamcı iktidarlar CHP’yi devletten silse de, bir ruh ve anlayış olarak, Cumhuriyeti tutan bir şamandıra gibidir.

Bu anlamda, CHP’nin tarihsel sorumluluğu büyüktür. Ancak, bu tarihsel ve toplumsal sorumluluğunu yerine getirdiğini söylemek çok zordur. Bu durumun temel nedeni, CHP’nin anti-demokratik örgütsel yapısı ve ideolojik-politik hattındaki bozulma ile siyaset ve muhalefet yapma tarzındaki kendi sağına bakmak gibi yaşamsal sonunlardır. 

SAĞA SAVRULAN PARTİ

Bu bahiste yapılacak ilk tespit, CHP’deki belirgin sağa kayıştır. Kuşkusuz bu sonuca yol açan etkenlerden biri, dinciliği ve liberalizmi esas alan 12 Eylül 1980 askeri derbesinin yol açtığı sonuçlardı. İkincisi ise, 1990’larda sosyalist sistemin çözülmesiyle küresel ölçekte yaşanan büyük geriye savrulmaydı. Bu anlamda, neo-liberal iktisat politikalarının ve yeni gericiliğin felsefesi diyebileceğimiz post-modernizm dalgasının Türkiye solunu da içine alarak yayılmasının yarattığı bozulma derin oldu. Emperyalizmin dünyayı yeniden düzenleme siyasetinin bir sonucu olarak etnik ve dinsel kimlikleri öne çıkararak –ki post-modernizm bunun düşünsel zeminini hazırlamıştı- ulusal devletleri parçalamaya yönelmesinin sonuçları da bu tabloya eklendiğinde, soldaki bozulma yıkıcı bir nitelik kazandı.

Bu küresel ve entelektüel ortam içindeki CHP, uzun süredir esas olarak liberal, muhafazakar ve hatta dinci eleştirinin etkisi altında kalarak rota belirlemeye çalıştı. Derin bir özgüven yitimi ve tuhaf bir suçluluk kompleksine sürüklendi. Neredeyse Cumhuriyeti kurduğu için özür dileyecek hale geldi. Bu nedenle, öncelikle bu hastalıklı ruh halinden kurtulmadan CHP’nin gerçek bir değişim süreci yaşaması mümkün olmayacaktı.

Konuyu açalım; CHP yönetimi, kendi sözüne ve hangi hedefler için mücadele ettiğine odaklanmak yerine, öncelikle liberal, sağcı ve dinci çevrelerin kendisi hakkında ne söylediğine bakarak hareket etti. Dolayısıyla sürekli savunma hattında kalan bir siyaset yürüttü. Aynı tutumun bir sonucu olarak, kendisini adeta cumhuriyetin bütün kötülüklerinin sorumlusu gibi gördü. Durum böyle olunca, dosta düşmana değiştiğini kanıtlamaya çalıştı. Örneğin, helalleşme siyaseti bu anlayışın ve ruh halinin bir sonucuydu.

CHP, dincilere karşı "din düşmanı" olmadığını, liberallere "demokrat" olduğunu, piyasacılara "servet düşmanlığı" yapmadığını ve “özel sektörden yana” olduğunu, Sünni muhafazakarlara da "Alevi partisi" olmadığını kanıtlamaya çalışmak gibi saçma, bütün enerjisini emen ve sözünü söylemesini engelleyen anlamsız bir çaba içine girdi. Bu çaba onu ideolojik ve politik bakımdan daha demokrat yapmadı, sadece daha sağa çekti. Unutmayın ki, 1970’li yıllarda CHP, "devlet partisi" olmak kompleksi ve görüntüsünden kurtularak düzene ilişkin eleştirilerini yükselttiği için başarılı olmuştu. Bu yükselişte, CHP’nin solundan gelen devrimci ve sosyalist eleştirinin etkisi de büyüktü.

KENDİNE İNANCINI YİTİREN PARTİ

CHP’nin en büyük örgütsel ve siyasal sorunlarından biri de, kendisine oy veren yurttaşların beklentileri ile parti yönetiminin siyaset tarzı ve ideolojik çizgisi arasındaki mesafenin giderek bir uçuruma dönüşmesidir. Örneğin, toplumun cumhuriyetçi kesimleri eğitimin dinselleşmesine tepki gösterirken, CHP yönetimi, “biz imam hatipleri kuran partiyiz” diyerek güya muhalefet yapmaya çalışıyor, gerçekte ise toplumun en ileri kesimini oluşturan laikiklikten yana kitleleri yanlız bırakıyordu. Bu tutum, laikliği savunmaktan çok, gerici tezlere teslim olmak anlamına geliyordu.

Aynı şekilde, dünyada neo-liberal politikalar iflas etmiş ve kapitalist dünyada halkçı politikalara dönüş arayışları sürerken, örneğin Batılı sosyal demokrat partiler (İngiliz İşçi Partisi gibi) artık açıkça kamulaştırmayı savunurken, CHP hala “gerekirse özelleştirme de yapılır” diyen sağcı bir zihniyeti savunmayı sürdürüyordu.

Sağın dilini kullanmak, dinci partilerinin tezlerini kimi revizyonlarla sahiplenmek, toplumdaki muhafazakarlığa ve liberal şarlatanlığa göz kırpmak, ancak mücadele ettiğinizi tarafı, gericiliği güçlendiriyor. Toplumda, onların tezlerinin bir anlamda doğrulanması gibi algılanıyor. Üstelik, bu muhalefet tarzı dindar ya da muhafazakar yurttaşların size saygı duymasını da sağlamıyor. Tam tersine, kendi programına güvenmeyen bir parti ve lidere kitleler de güven duymuyor. Bu durumun siyaset sosyolojisinin bir yasası olduğunu unutmamak gerekiyor.

Kimse CHP’den sosyalist bir sınıf partisi olmasını beklemiyor. Bu gerekmiyor da.. Kuşkusuz CHP bir kitle partisidir. Ancak, ulusal bir demokratik devrimine önderlik eden ve Cumhuriyeti kuran siyasal hareket olması nedeniyle, tutarlı ve kararlı şekilde, aydınlanmacı, laikliği savunan, kamucu, anti-emperyalist ve halkçı bir parti olmasını istemek de ilgili herkesin hakkı oluyor. 

CUMHURİYETÇİ RÖNESANS

CHP yönetimi uzun süredir, cumhuriyetin başlangıç ilkelerine sadakat ile devrimcilik, halkçılık, laiklik ve kamuculuk konusunda açık bir tutuma da sahip değil. Esas oarak sorun da tam burada yatıyor. Bu nedenle, yukarıda da belirttiğimiz gibi, öncelikle cumhuriyetçi bir rönesans gerekiyor.

Örneğin; CHP özelleştirmelere ilkesel olarak karşı mı değil mi, bunu bilmiyoruz. Parasız eğitim ve sağlık hizmetlerinin kamusal (anayasal) bir görev olması gerektiği konusunda açık bir fikre sahip mi, emin değiliz. Bu anlamda bazı kamulaştırmalara gidecek mi, böyle bir politik perspektife sahip mi, kimsenin bir fikri yok. Cumhuriyetin kazanımlarını savunuyor mu, belirsiz.

Gelelim dış politikaya; CHP Suriye’de Esad’ı meşru yönetimin temsilcisi olarak tanıyor mu, yine tam olarak bilmiyoruz. Rusya konusunda ne düşünüyor, bölgenin en önemli, dünyanın en büyük güçlerinden biri olan Moskova ile neden hiç ilişkisi yok, bir açıklık bulunmuyor. Çin ve İran ile ilişkilerde bir perspektife sahip mi, belirsiz. NATO’nun Doğu’ya doğru genişlemesini onaylıyor mu, kimse bu konuda da bir bilgiye sahip değil. ABD ile ilişkileri nasıl sürdürmek istiyor, bilinmiyor.

Sonuç olarak; CHP kendisine inancını yitirmiş bir parti durumunda. Bu nedenle CHP önce kendisine olan inancını tazelemeli, ardından da aydınlanmacı, kamucu, halkçı ve sol bir perspektifle örgütsel ve siyasal mimarisini yeniden yapılandırmalıdır. Bu bağlamda genel başkanlık sorunu bir teferruattır. Gerisi gelecektir.