Yeni yılın ilk günleri ve bizim dağlara ilk kar düştü. Karın üstünde beyaz sakallı bir adam kolunda genç bir kadın -ve etrafında çocuk sürüsü- evleri dolaşıyor. Bu ayda her yıl bir kış festivali başlıyor. Günışığında her evden topladıkları yiyeceklerle akşam, -en fakir evde- bir ziyafet sofrası kuruyorlar (Hâlbuki dayanışma, şu son yılların en unutulan sözcüğü). Khalo Gağan gidecek, yeni yıla hoş geldin denilecek.

Bu geleneksel kış festivaline Gağan, oyuna Khalkek diyoruz. Aralık ayına verilen addır bu. Öte yandan bu ay, yaşlı adamla genç kadının başrolde olduğu bir halk tiyatrosuna sahne olur. Bu oyun Kırmancki (Zazaca) oynanıyor. Neredeyse on-on beş yıldır -internet sayesinde- bu adsız-sansız oyuncuları izliyoruz.

∗∗

Her durağan toplum, onu yeniden harekete geçirecek bir tür uyanışa ihtiyaç duyar. Bu genellikle önceki bir çağa yönelmeyi ya da başka bir tür açılımı gerektirir.

Avrupa rönesansı, 14. ve 15. yüzyıl öncesinde kıtaya çökmüş alacakaranlıktan doğmuştur. Hegemonik bir din, tüm toplumsal alanlara nüfuz etmiştir. Klasik kültürün ilgi görmesi, çoğu insan için dinsel etkinliğin azaltılması anlamına gelmektedir (Jack Goody, Renaissances: The One Or The Many, 2010). Önce resim, sonra tiyatro -Yunan ve Roma dönemindeki- derin uykusundan uyanmıştır.

Karanlık Çağ’ın ardından gelen bu yavaş yavaş uyanış düşüncesine -işte bu yüzden- “yeniden doğuş” (Renaissance) denilmiştir. Kültürel yaşam İbrahimi dinlerin yayılmasından zarar görmüş; bu dinler, tiyatro ve görsel sanatların yanı sıra, iskambil oyunlarını, müzik ve dansı bile yasaklamıştır.

Gağan/Khalkek bizim dağlarda yüzyıllarca oynansa da, -şu son on yılda- ikon kırıcı geleneği Yılmazcan Şare başlattı. Çünkü o, Khalo Gağanı dağların içinden çıkardı; şehrin ışıkları içine; modern bir sahneye taşıdı.

O, daha beş-altı yaşında, bir yatılı okulda (Nazımiye YİBO) gözlerini kitaba, deftere, Türkçe’ye açtı. Burada ilk kez dayak yedi, resimli hikâye kitaplarını kütüphaneden aldı; ilk piyesini bu okulda oynadı. Sonra başka bazı şeyleri orada öğrendi: arkadaşlık, dayanışma vb.

∗∗

Tiyatro hayaliydi; ama babası onu, elektrik okumaya gönderdi: “Sanat altın bileziktir”. Ama onun gözü “gerçek sanat”taydı: Tiyatro. Yılmazcan Şare’nin Areye Kay’a ve Khalo Gağan’a uzanan yolculuğu, İstanbul’da özel tiyatroda Türkçe ile -ve en sonunda Zazaca- böyle başladı. Ama o zamanla bu unutulmuş dilde “yeni oyuncular” yetiştirmeyi; Areye Kay adını verdiği tiyatrosunu; “halk tiyatrosu”na çevirmeyi de başardı.

Bu yolculuk öncesi Zazaca yasaktı; hiç kimse -ışıklı bir sahnede- bu dilden bir küfür bile etmemişti. Üstelik yazı dilinden “sözlü dil”e bu dönüş, o eski kültürün de “yeniden doğuş”u idi.

Bu aynı zamanda bir rönesanstı ve o dağların diliyle tiyatronun doğuşu için bu çağın başlaması gerekiyordu (Aynı şey geçen yıl stand upçı Erdal Kaya’nın Kürtçe oyunu Vik Vala’sına (“Bomboş”) gösterilen geniş ilgiden de görülebilir)

Yılmazcan Şare açlık, yokluk, baskı ve yasaklarla başlayan hayatının başlarında, sonunda bir rönesans sanatçısı olacağını hayal bile edemezdi. Haftaya -o dağlarda- otuz yıl evvel başlayan rönesansın geniş hikâyesini yazacağım.