Konuşuyoruz.

Söylüyoruz.

Söyleniyoruz.

Mırıldanıyoruz.

Homurdanıyoruz.

Ama bunların hiçbiri yetmiyor ses getirmeye.

Çünkü tek başımıza, yani ya bireysel ya da tek tek küçük örgütlenmeler halinde söylediğimiz için, "uyarıcı" olacak bir "desibel seviyesi"ne ulaşamıyor, söylediklerimiz.

Belki tam da o yüzden, 25 Ekim'de Anayasa Mahkemesi'nin aldığı bağlayıcı kararı tanımadığını, aslında Anayasa Mahkemesi'ni tanımadığını söyleyerek darbe girişiminde bulunan ve anayasal düzeni yıkmaya kalkışan Yargıtay 3'ncü Dairesi'ne karşı 16 gündür alınan (bir türlü güçlü şekilde alınamayan) tavır cılız kalıyor.

∗∗∗

Belki tam da bu yüzden, Hatay Milletvekili Avukat Can Atalay 191 gündür bir türlü serbest bırakılamıyor. Çünkü yeterince güçlü bağıramıyoruz. Can'ın üzerine kapanmış soğuk, ağır, demir kapıları kırmaya yetmiyor ses düzeyimiz.

Belki tam da bu yüzden, 577 gündür TMMOB temsilciliklerinde ve Mimarlar Odaları'nda tutulan Adalet Nöbeti'ni kimse çok fazla önemsemiyor. Bu yüzden Tayfun Kahraman, Çigdem Mater, Can Atalay, Mine Özerden Gezi Direnişi Davası'ndan mahkumiyetlerini her türlü hukuk ve adalet ilkelerine aykırı olarak çekiyorlar.

Belki tam da bu yüzden, 2214 gündür sırf bir inat uğruna Osman Kavala demir parmaklıklar ardında tutulmaya devam ediliyor. AİHM kararlarına, bu ülkeyi yönetenler tarafından adeta "nanik" yapılabiliyor. Bu ülkenin Dışişleri Bakanı, hukuku elinin tersiyle iterek, futürsuzca "AİHM'e siyasi nedenle direniyoruz" mealinde konuşabiliyor.

Belki de tam bu yüzden, tam 1054 gündür, kayyum idaresi Boğaziçi Ünivesitesi'ne çöreklenip, bilimsel ve akademik özgürlüklerin yüzüne tükürürcesine, orada direnen onurlu hocalara, öğretmenlere ve çalışanlarla mezunlara kulaklarını tıkama cesaretini, o pırıl pırıl bilim yuvasını "çağlar boyu geriye götürebilme" cür'etini kendinde bulabiliyor.

Belki de tam bu yüzden, FETÖ yargısının artığı bir iddianame ile, "yapmadıkları, planlamadıkları bir darbeden" dolayı, "darbeci" diye suçlandıkları 28 Şubat Davası'ndan, yaşları 77 ile 83 arasında hasta 5 emekli komutan, ömürlerinin son günlerini buz gibi hücrelerde geçirmek zorunda bırakılıyor. Çetin Doğan, Fevzi Türkeri, Yıldırım Türker, Cevat Temel Özkaynak ve Erol Özkasnak, "idam cezası almadan ölüme mahkûm edilmiş" durumda resmen ölüme itiliyorlar.

Belki de tam bu yüzden, Çorlu, Soma, Ermenek, Amasra, ve bilcümle toplu ulaşım ve maden katliamlarında ve depremlerde hayatlarını yitiren mağdurların yakınları, haklarını aramakta güçsüz kalıyorlar.

Emeklilerin, emekli edilmeyenlerin, emekçilerin, öğrencinin, akademisyenin, çiftçinin, gazetecinin ve toplumun her kesiminden insanın talepleri ses getiremiyor.

Çünkü sesimizi birleştirip daha güçlü çıkarabilmenin yollarını bulamıyoruz. Siyasi partisiyle, sendikasıyla, sivil toplum kuruluşlarıyla, barolarıyla, meslek örgütlenmeleriyle, öğrenci örgütleriyle herkes kol kola verip, güçlerini birleştirip, avaz avaz "birlikte" bağıramadıkları için mesaj ve çığlıkları "sağır kulaklarda" eriyiveriyor.

Gazetecilerin ölümle tehdit edildiği, sürekli olarak haber alma ve kamuoyuna verebilme olanaklarının engellendiği, her yazıp çizdikleri satır için her konuştukları TV programı için mahkemelerde süründürüldükleri, RTÜK'ten ve Basın İlan Kurumu'ndan ceza tehdidi ile işverenleri tarafından sıkıştırıldıkları bir ülkede, onlara yeterince sahip çıkılamıyor.

Kiralık ya da gönüllü faşist katillerin, cinayetleri soğukkanlılıkla işleyip işleyip sokakta senin benim gibi elini kolunu sallayarak dolaşabildikleri bir ülkede, bizlerin sesi onlardan ve işbirlikçilerinden, kuklacılarından daha cılız çıkıyorsa, bu "yetersiz" sesten dolayıdır.

∗∗∗

On milyonlarca vatandaşımız, kapitalizmin acımasız çarkları arasında bir kıyma makinesinden geçirilmişcesine ezim ezim eziliyor, iliği kemiği sömürülüyor ve açlık sınırının bile altında ücretlere mahkum köle gibi çalıştırılıyorsa, sendikalaşması engelleniyor, dayanışmasının önüne bin türlü engel konulabiliyorsa, sesini yükseltemediğindendir.

Hırsızlık, dolandırıcılık, kolpacılık, kapkaççılık, utanmazca sömürü, kendisine hiçbir yerde bulamadığı kadar geniş bir "oyun alanı" bulabiliyorsa, altta kalan mağdurların üzerine her geçen gün yeni bir yük bindirilebiliyorsa, neden hep aynıdır.

Bağırmamak, bağıramamak...

Çare de, ilaç da bellidir.

Güçleri birleştirmek, kolkola girmeyi becerebilmek, sesimizi katlayarak daha da yükseltmek.

Bunu daha önce yaptık, tir tir titrettik muktediri.

Eli ayağı birbirine dolaştı.

Vücut kimyası bozuldu.

Dünyasını, pusulasını şaşırdı.

Unutma.

Biz, çoğunluğuz.

Onlar, mikroskobik bir azınlık.

Sesimizi yumruk haline getirip hakim azınlık muktedirleri yenilgiye uğratmak, hiç de zor değil.

Güçlerimizi birleştirebilmekte, dereleri ırmak ve sel haline getirebilmekte, bütün iş.

O zaman ne duruyoruz?