Haber merkezlerinde bir hazırlık, bir telâş vardır yine...

"Büyük depremin yıldönümünde ne yapmalı?" başlıklı toplantılar birbirini izliyordur.

Şöyle "janjanlı" ve arka planda "dokunaklı" klasik müzik parçalarının "döşendiği" klipler hazırlanmaktadır. Hatta hiç zahmet bile etmeden, geçen yılki o günlerin bantları arşivden çıkarılıp geri dönüştürülmek suretiyle tüketime hazırdır.

Yeni hazırlayacaklar, TV montaj servislerinde müzik seçmekle meşguldür.

Beethoven’ın ünlü 4’üncü Piyano Konçertosu’ndan "ağır bölüm" (andante con moto) mü, yoksa Mozart’ın Re Minör Requiem’i mi, ya da Çaykovski 6’ncı (Pathetique) Senfoni’nin final (adagio lamentoso) bölümü mü?

Aslında, benzer felâketlerin yıldönümlerinde hep benzer bir çaba söz konusudur, her yerde.

Olayın ciddiyeti ve vahametiyle mütenasip biçimde anma törenleri, haber klipleri, haber bantlarına "giriş - çıkış kapakları", meydanlara kurulacak görkemli "LED ekranlara" yansıtılacak acılı, yaralı, perişan insan görüntüleri.

O günlerde yapılmış, en çarpıcı ve en canhıraş haykırışları içeren "vox pop"lar (sokak röportajı sesleri), vatandaş sesleri.

Hamasi nutuklar, vaatler, içinde bolca "yara sarma, asla yalnız bırakmama, derde derman olma" içerikli sahtekârlık kokan konuşmalar...

Ve...

7 Şubat sabahına, bilemedin öğleden sonrasına, Hatay’dan, K.Maraş’tan, Adıyaman’dan, Malatya’dan alınmış "dönüş biletleri"

Bir sonraki yıldönümünde, hatta daha da vahimi, bir sonraki felâkette buluşmak üzere, canlı yayın ekibi malzemelerinin toplanıp kamyonlara yüklendiği o ibret verici rutin sahneler.

Ne 6 Şubat "Asrın Felaketi"nden, ne de daha önceki deprem sel baskını, göçük. maden faciası, yangın, patlama, trafik katliamı, toplu terör eylemi ve benzeri durumlardan zerre kadar ders çıkarmasını bilen bir toplum olduğumuzu hatırlatmak için yazıyorum bunları.

Televizyon haber programlarına ya da stüdyoda verilmiş röportajlara bakıyorum. Sadece geçen 22 yılda yaşadığımız her alandaki ağır yıkımların ve felaketlerin baş sorumluları arasında olması hasebiyle başı önde dolaşacağına, ilan edilen imar aflarının yol açtığı on binlerce can kaybının altında kendisi ezilmesi gerekirken hâlâ utanmadan İstanbul’u yönetmeye talip olan bir eski bakan "sayılardan" söz edebiliyor.

"Bir asırda 130 bin can yitirdik" diye en az 3’te birinin hesabını vermesi gerekirken, bunu aklından bile geçirmeyen insanlar, "kurtarıcı, çare, alternatif" gibi ortalarda dolaşabiliyor.

Sel baskını yörelerine gidip, "Dere yataklarına bundan böyle asla!.." nutukları atıp arkalarını döndüklerinde atılan temellerin ve beton kalıplarına çakılan çivilerin seslerine "3-5 oy uğruna kulak tıkayan vicdansızlar" lüks makam araçlarının konforunda oradan oraya gezebiliyor.

Yüz binlerce hektar ormanımız göz göre göre yanmışken, hâlâ Cumhurbaşkanı’nın uçaklarından bile daha az sayıda gerçek yangın söndürme uçağına sahip olmamızı dert edinmeden, "bir sonraki toplu yangını" beklemenin aymazlığı içindeki "sorumsuz yetkililer" insan içine çıkıp "insan rolü" oynayabiliyor.

Sınırların eleğe dönmüş olması nedeniyle, memleketin dört bir yanında cirit atan, 72 milletten azılı teröristin bir sonraki eylemini bekleyen, eylem olduğunda da "Devletimiz, olayın faillerini bir an önceee!.." diyen nutuk metinleri cebinde hazır bekleyenler sıcacık makamlarında oturabiliyor.

Velhasıl...

Ders çıkarmıyoruz hiç.

Bu saydıklarımın sorumlularını uyarmak, değiştirmek, bir daha asla sorumlu mevkilere gelmemeleri için mücadele etmek, sandıkta oyumuzu bu iradeyle kullanmak, hâlâ seçeneğimiz olamıyor.

Emekçiler, emekliler, gençler, orta yaşlılar, her meslekten vatandaşlar olarak, bugün bir yerde birimize yapılan haksızlık ve adaletsizliğin, yarın kendimize yapılacağını bilmiyormuşcasına, "Ayağa kalkıp sesimizi yükseltmenin" en güçlü sesimizi haykırmanın, bu amaçla da sıkı ve yaygın biçimde örgütlenmenin gerekliliğini bir türlü kavrayamıyoruz.

Ders çıkarmıyoruz eski ve bugünkü haksızlıklardan.

Anayasaya bile darbe yapılmış olması bizi harekete geçiremiyor.

Üç kişi orada, otuz üç kişi burada, üç yüz otuz üç kişi başka yerde farklı farklı zamanlarda toplanmış olmanın bir şeye çare olmadığını öğrenemedik bir türlü.

Partisiyle, sivil toplum kuruluşuyla, sendikasıyla, meslek örgütleriyle, sıradan insanları kapsayıcı (gerekirse mahalle ve sokak bazında) yerel örgütlenmelerle tek ve güçlü bir ses çıkarmadan, "ceberut muktedir"in asla ve kat’a faşizan tavrından vazgeçmeyeceğini, bir adım bile geri adım atmayacağını anlamamanın rahatlığı içindeyiz hâlâ.

Türkiye’nin en eski ve köklü, teorik olarak en örgütlü siyasi teşekkülü ana muhalefet partisi bile, kısır hizip ve adaylık mücadelesi gündeminden kafasını kaldırıp önderlik edemiyor halka. Parti içi kliklerin birbirini boğazladığı kavgadan başını kaldıramıyor. Can Atalay olayı üzerinden gerçekleştirilen "Yargı darbesi"ne karşı düzenlediği mitingi erteliyor ve bir daha yapamıyor. Ne zaman yapacağını bile açıklayamıyor.

Ders almıyor bir türlü.

İktidar bu manzarayı görmüş ve eline sopayı almış sallıyor.

"Dökülecek kandan..." filan söz ediyor faşistin teki.

Hep, ders alma özrümüzden kaynaklanıyor bunlar.

Uyanalım artık.

Bari 6 Şubat’ın yıldönümü ve tüm toplumu her fırsatta o gür sesiyle uyaran abide hukukçu yoldaşımız Hatay Milletvekili Can Atalay’ın haksız esareti, onun üzerinden maruz kaldığımız tarihi darbe girişimi, uyarıcı ve uyandırıcı olsun bari.