Otoriter yönetimlerin iş başında olduğu ülkelerde, mutlaka bizim TCK 301'e benzer maddeler vardır. Çünkü, bu tür rejimlerde esas ve öncelikli olan şey, "milletin, halkın, ahalinin" bekası, esenliği, huzuru, refahı vs. değil, "Devletin bekası ve itibarı"dır.

Meselâ bizde şöyle der TCK 301:

"Türk milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devletini, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ve devletin yargı organlarını alenen aşağılayan kişi, 6 aydan 2 yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır."

TCK'nın 125/3-a maddesinde de kamu görevlilerine hakaret suçu tanımlanmış, kamu görevlileri içinde de Cumhurbaşkanı'na özel bir ayrıcalık bahşedilerek 299'ncu madde ile çok daha ağır bir ceza öngörülmüştür.

İyi de...

Uygulamada, devletin saygınlığına en büyük zararı veren, devletin itibarını en fazla zedeleyen ve bunun için elinden geleni yapanın, bizzat devletin kendisi olduğunu da üzülerek görmüyor muyuz?

Suç işlemiş olabilecek devlet görevlilerinin, "patronları" yani bizzat devlet tarafından "kayıtsız şartsız korunması" reflleksinden söz ediyorum.

Listesini çıkarmaya kalksak, değil bu köşe yazısının, gazetenin bir günlük değil, bir kaç haftalık nüshalarının sayfalarının yetmeyeceği sayısız örnek verilebilir. Ama en çarpıcı bir kaç tanesini hatırlatmak istiyorum.

Susurluk skandalında, olay neredeyse kamyon şoförüne yıkılacaktı. Siyaset - Emniyet - Mafya üçgeni adeta bastırılmak istenmedi mi?

Berkin Elvan cinayeti davası, Ali İsmail Korkmaz'ın katledilmesi davası benzeri toplumsal olaylar sırasında hayatını kaybedenlerin davalarında, en son Diyarbakır'da Kemal Korkut'un öldürülmesini görüntüleyen gazeteci Abdurrahman Gök'ün davasında, Uludere (Roboski) katliamında devlet her defasında "Benim memurum - polisi - askerim cinayet işlemiş olamaz" diye "peşin ve toptancı" bir koruma içgüdüsü ile hareket etmedi mi?

Pek çok işkence ve kötü muamele olayında, karakollarda ve cezaevlerinde kimi zaman ölümle sonuçlanan olumsuz uygulamalarda, doğu ve güneydoğuda adeta vaka-i adiye haline gelen "zırhlı araçların ezdiği çocuklar" olaylarında, Diyanet'e yani kamuya ait dini eğitim kurslarında yaşanan pisliklere ilişkin soruşturmalarda, devletimiz hep "Benim görevlim uygunsuz bir şey yapmış olamaz" diyerek hep görevlisine "kalkan" olmadı mı?

Cumhuriyet tarihinin en yüksek profilli, en çok ses getiren suikast olaylarında, Abdi İpekçi cinayeti'nden, Hrant Dink cinayetine, Necip Hablemitoğlu'ndan Tahir Elçi'ye, Sinan Ateş cinayetine kadar benzer olayların hepsinde, "ucu ne zaman devlete ve resmi nitelikli kişilere, iktidara yakın kişilere dokunsa" anında o rahatsız edici savunma refleksi devreye girmiyor mu?

Ya, o can sıkıcı mevzuat sonuna kadar kullanılarak "soruşturma izni vermeme", ya mahkemeye ifade vermemeye, hatta TBMM'de komisyonda soru sorulmasına izin vermeme şeklinde tezahür etmiyor mu bu refleks?

∗∗∗

Peki, sonuçta ne oluyor?

Devletin "zırhını" kuşanan her kademede görevli, zaman içinde sanki "otomatik" şekilde bir tür "suç işleyebilme hattâ öldürebilme ehliyetine" sahip kılınıyor. Bunun sonucu olarak da, yani olayların ve örneklerin sayısı arttıkça, devlet bir tür "suç işleyen insanları barındıran bir aygıt-örgüt" etiketini kendi üzerine yapıştırmış oluyor.

O zaman da, al sana "Devletin itibarını zedelemek ve devlete hakaret etme" suçu.

Yani, bizzat kendi kendine kötülük eden bir devlet anlayışı.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)'nde gerek karara bağlanmış, gerekse henüz karar bekleyen rekor sayıda dosyanın hep bu bağlamda olayları konu alması tesadüf mü?

AİHM nezdinde bu tür dosyaların hep "ikinci ve üçüncü sınıf demokrasiler sayılan" rejimlerden kaynaklı olması, bizi rahatsız etmiyor mu?

Peki, yapılacak şey ne?

Çok basit ve çok akıllıca bir tavır değişikliği ile, "Devletin saygınlığı ve güvenilirliğine halel getirmek istemeyen" bir yönetim, tam tersini yaparak suç işlemiş olma zannı altındaki kamu görevlilerini "gözünün yaşına bakmadan" yargılasa ve cezalandırsa, hem (potansiyel) diğerleri için caydırıcı olur, hem de vatandaşının güvenini daha da çok kazanmaz mı?

Özellikle işkence ve kötü muamelenin önlenmesi açısından en etkili "ilaç" bu olmaz mı?

∗∗∗

Yıllar önce iktidara geldiklerinde (sanıyorum 2003 senesiydi) Londra'da bir resepsiyonda özel bir sohbette, zamanın kısa süreli Başbakanı Abdullah Gül'e bunu bizzat söylediğimi hatırlıyorum:

"İşkenceden suçlu bulunan 3 kişiyi ibret için sallandırın (sembolik olarak abarttım tabii)... Vallahi oyumu size veririm" demiştim. "Merak etmeyin hepsinin üzerine gidilecek" diye yanıt almıştım. E tabii, o yıllar samimiyetsiz biçimde "Avrupai takıldıkları" yıllardı.

Aradan geçen yıllar, AKP - Erdoğan rejiminin bu anlamda, kendilerinden öncekilere rahmet okuttuğunun uzunca bir kanıtı oldu.

Bugün, giderek daha da ibret verici şekilde, yukarıda izah ettiğim refleksin kökleşmeye devam ettiğine, ne yazık ki tanık oluyoruz.

Demokrasi, devletin (yani kamu görevlilerinin) halkın üzerinde ve halktan daha ayrıcalıklı bir konumda olmadığı rejimlerin adıdır.

Yani, bizzat R. Tayyip Erdoğan'ın formüle ettiği biçimde, "efendi değil, hizmetkar" olduğu bir rejimdir.

Ama bunu ispat etmek için kredisi dolmuş ve şansını iyice yitirmiş bir rejimden söz ediyoruz.