Çok sayıda yönetmenin ortaklaşa yaptığı, sinema tarihinin en müthiş politik filmlerinden Loin du Vietnam’ın (Vietnam’dan Uzakta, 1967) bir sekansında Godard şöyle yakınır: “Toplumun önemli bir kesiminden soyutlanmış durumdayım, özellikle de işçi sınıfından. Kişisel mücadelem Amerikan sinemasına, Amerikan sinemasının tüm dünya sinemasını boyunduruğu altına alan ekonomik ve estetik emperyalizmine karşı bir mücadeledir. Ama işçi sınıfı benim […]

Çok sayıda yönetmenin ortaklaşa yaptığı, sinema tarihinin en müthiş politik filmlerinden Loin du Vietnam’ın (Vietnam’dan Uzakta, 1967) bir sekansında Godard şöyle yakınır: “Toplumun önemli bir kesiminden soyutlanmış durumdayım, özellikle de işçi sınıfından. Kişisel mücadelem Amerikan sinemasına, Amerikan sinemasının tüm dünya sinemasını boyunduruğu altına alan ekonomik ve estetik emperyalizmine karşı bir mücadeledir. Ama işçi sınıfı benim filmlerimi izlemiyor.” Doğru, izlemiyorlar, çünkü Godard’ın dilini anlamıyorlar…

Godard’ın sinemayla ilişkisi, genel olarak fotoğrafla kurduğumuz ilişkiye benziyor: Fotoğrafçı tek bir kareyle anlatmak istediğini anlatabilir. Oysa sinemada bir görüntü, ancak kendinden önceki ve sonraki görüntülerle bağlantısı içinde anlam taşır, tek başınayken filmsel bir anlamdan söz edemeyiz. Ek olarak, bu anlamın ‘yönetmenin anlatmak istediği’ ile ‘seyircinin anladığı’ arasında olabildiğince doğru bir pozisyonda durması için müzik ve ses gibi unsurların kullanımı da önemli. Godard görüntüleri birbirine ekleyip bu kurgunun üstüne ses döşerken fazlasıyla çağrışımsal bir yöntem kullanıyor: Nereden alındığı ve bağlamı belirsiz görüntüler, farklı kanallardan gelen farklı sesler, kocaman puntolarla yazılmış sözcükler… Çağrışımları herkesin anlayabileceği ortak sinematografik dile çevirmek ise, geçen hafta gösterime giren Le livre d’image/İmgeler ve Sözcükler’de de görüldüğü gibi, hiç umrunda değil… Bunda Godard’ın postmodern ve ‘yapısökümcü sapma’sının çok büyük etkisi var.

À bout de souffle/Serseri Aşıklar (1960), Le Mepris/Nefret (1963), Le Petit Soldat/Küçük Asker (1963), Alphaville (1965) gibi muhteşem filmlerin yönetmeni Jean-Luc Godard, ‘60ların sonundan itibaren kendini yapısökümcülük (dekonstrüktivizm) akımının kollarına bıraktı. Jacques Derrida’nın ‘metin olarak üretilmiş tüm yapıların sonsuz okumaya açık oluşu’ ve ‘metnin dışında bırakılan unsurların gücü’ üzerine inşa ettiği yapısökümcülük, temelde modern analitik aklın karşısında yer alan bir akımdı.

Godard’ın Brecht estetiğiyle başlayıp ne yazık ki yapısökümle sonuçlanan yolculuğunun amacı, ‘karşı olduğu sistemi o sistemin diliyle eleştirme’ çelişkisine düşmemek için Hollywood estetiğine karşı yeni yöntemler aramaktı. Ici et ailleurs (Burada ve Başka Yerde, 1976) bu yapısökümcü yaklaşımın ve sonuçlarının iyi bir örneğidir. Dünyayı ancak TV karşısında (burada) kendilerine sunulan görüntülerle anlamlandırabilen insanlarla Filistin’de (başka yerde) silahlı eğitim alan militanların paralel kurgulandığı film, ‘gösteri toplumu’nun doğasına dair ufuk açıcı bir belgeseldir. Ama İsrail’in zulmünü eleştirirken anti-semitik tuzaklara düşmekten ve yer yer aşırı derecede basitleşen bir dilden kurtulamaz. Derrida’nın dil oyunlarından hareketle -örneğin ‘misafirperverlik’ (hospitality) ve ‘düşmanlık’tan (hostility) türettiği ‘hostipitality’ (konuksevermezlik) gibi- ABD Dışişleri Bakanı Kissinger’ın isminden yeni sözcükler türetir. Kissinger’ı ‘Kill’inger’a dönüştürür, SS’i öne çıkararak Alman faşizmine gönderme yapar vs. Bunun görsel karşılığıysa, Kissinger’ın yüzünü bir popoyla örtüştürmek olur.

Yapısöküm bugün sanat çevrelerinde bir entelektüel uğraş olarak az da olsa ilgi görmeyi sürdürüyor ama bildiğim kadarıyla sinemada Godard’dan başka yapısökümcü kalmadı. Gerçek olarak sunulanın ardındaki asıl gerçeği görünür kılma konusunda yapısökümcülük maalesef hiç de iyi bir yöntem değil. Hatta tarihselcilik ve diyalektiğe karşı duruşuyla gerçeğin görünmezleştirilmesine katkıda bulunduğu da söylenebilir, tıpkı Godard’ın yola çıktığı devrimci noktayla ulaştığı nokta arasındaki devasa farkı görünmezleştirdiği gibi…