Tuhaf ve oldukça ağır bir duygu ama Erzincan’ın İliç ilçesindeki ‘maden arama sahası’nın fotoğraflarını her gördüğümde, işkence edilerek parçalanmış bir bedeni görmüş gibi olurum. Özellikle havadan çekilmiş fotoğraflar dehşet vericidir. Son derece tedirgin edici bu duyguyu besleyen başka örnekler de var ne yazık ki ve bütün diğer deneyimlerde olduğu gibi, işkence edilen beden ortada dururken, ona bu muameleyi yapanlar hiç bir şey olmamış gibi korunaklı alanlarında yaşamaya devam ediyorlar.

Kapitalizmin bilhassa modern zamanlardan başlayarak “doğa” ile kurduğu ilişki, faşist siyasal rejimlerin, muhalifleriyle kurduğu ilişki gibidir. Bu bir tür eziyetle doğanın dengesini bozma ve tahrip etme ilişkisidir. Kullandığı araçlara dair teknoloji geliştikçe, doğaya yapılan eziyetin biçimleri de çeşitlenmiş ve adeta ‘canına okunmuştur’. Bu deneyimin kitlesel kıyım, soykırım gibi milyonlarca insanın kırımı ile aynı süreçte ve doğrudan siyasal merkezlerin kararlarıyla gerçekleşmesi de ayrıca ilgi çekici bir husustur.

Bu yüzden modern dünyanın siyasal-akademik terminolojisine ‘doğal afetler’in yanına bir de ‘insan yapımı afetler’ diye yeni bir ifade girmiştir. ‘İnsan yapımı afetler’ ifadesi, deprem gibi doğa olaylarıyla ortaya çıkan kitlesel ölümlerin yanısıra, insanın kendi ürettiği rejimler ve teknikler ile yol açtığı kitlesel ölümleri anlatır. Oysa adına ‘doğal felaket’ denilen pek çok vak’ada canlıların kitlesel kırımının nedeni de, çoğu kez ‘insan yapımı’ tercih ve tutumlardır. Bu doğrudan ilişkiyi gösteren en çarpıcı örnek ise herhalde depremlerdir. Siz, fay hatları üzerine şehirler, köyler kurmazsanız deprem neden felakete dönüşsün? Yatay mimari yerine dikey ve ölçüsüz mimariyi tercih etmezseniz, kitlesel ölümler neden gerçekleşsin?

∗∗

Kapitalist politik sistemlerin doğa ile ilişkisi, onun adeta iliklerine kadar sömürülmesi üzerine kurulmuştur. İçindeki canlılarla birlikte korunması gereken bir yaşam alanı olarak değil de, daha fazla maddi kazanımların nasıl sağlanabileceğine dair arayışın belirlediği bir ilişkidir. Bu arayış ve arzu, doğaya yönelik her türlü müdahalenin yolunu açmış ve olağan hale getirmiştir. Türlü teknik müdahale araçları ile geniş ormanlık alanların, dağların, nehirlerin, vadilerin; özetle doğanın ‘canına okunmuştur’.

Doğaya yönelik bu büyük kıyımın izdüşümü sosyolojide de izlenebilir. Tıpkı sokakta kendini savunma imkanı olmayan hayvanların, vahşi saldırılarla öldürülmesi gibi. Hayvanları ortadan kaldırmayı kendine hak ve hatta bir tür politik görev gören anlayış da aynı şekilde keyfi ve vahşidir. Daha ilginç olanı bu keyfiliğin, ‘insanın, en şerefli varlık’ olduğunu söyleyen dini referanslara dayandırılmasıdır. ‘En şerefli’ varlığın, hiçbir savunma imkanı bulunmayan diğer varlıklara her türlü müdahaleyi kendine hak görmesi. Başka bir deyişle bir yanda her türlü hile potansiyeli olan ‘en şerefli varlık’, diğer yandan bütünüyle masum, savunmasız ve nedense ‘şerefli’ kabul edilmemiş varlıklar. Ne ilginç!

∗∗

İşte ötekinin canına okumayı kendine hak gören bu hiyerarşik zihniyet, doğaya da aynı yerden bakıyor. İçindeki bütün canlılarla birlikte doğayı, ‘şerefli bazı varlıkların’ çıkarlarına hizmet edecek bir sömürü nesnesi olarak görüyor ve istediği gibi onunla oynuyor. Erzincan İliç’te olan tam olarak budur. Tıpkı bir kısmı gözden ırak olan ama memleketin pek çok yerinde aynı vahşilikle devam eden ürpertici diğer deneyimler gibi.

İçinde İliç’in de yer aldığı ve bir zamanlar pek çok kültürün ve geleneğin mekanı olmuş, 20. yüzyılın başlarında bile muazzam kültür varlıklarına tanıklık etmiş bu müstesna coğrafya, şimdi insanın, yanaşmak için bile tereddüt ettiği, temas edemediği, nefes alamadığı bir hayalet alana dönmüş bulunuyor. Binyıllar boyu, sayısız canlının yuvası olmuş bu doğa alanı, şimdi taşları bile olmayan bir mezarlık gibidir. Koca bir devlet bile toprağın altında kalmış ölülerini alabilmek için çırpınıyor. Parçalanmış bir beden olarak doğa, tıpkı toplumsal vicdanda olduğu gibi kendisine yapılan zulmü taşıyamıyor.