Küresel hava kirliliğinden ölen milyonlara covid mikrobunun öldürdüğü milyonlar ekleniyor. Yıkıcı kasırgalar, söndürülemeyen yangınlar, rekor hava sıcaklıkları, bize sokağa çıkmamamızı salık veren sarı kod uyarıları. Dünyada her an bir yerler yanarken, bir yerlerde ani yağışlarla ortaya çıkan seller, kasırgalar, su dolan evler, yolda giderken arabası içinde boğulanlar günlük haberlere dönüşüyor.

6 Şubatta bizde ölen yüzbinler, cesedi altı ay sonra bulunan kadınlar, çocuklar. Fas'ı vuran yeni deprem.

Hemen ardından Libya'da selden onbinlerin ve hatta yüzbinlerin kaybolması, ölmesi. Doğayı, ormanı, toprağı yağmalama faaliyetinden şaftı kayan, tepesi atan kürenin insana ve canlılara ödettiği ağır bedel.

İş kazalarında ölenler -zamana yayılmış- bir "işçi soykırımı"nı anlatıyor epeydir. Sadece geçen Ağustos'ta 10'u çocuk 201 işçinin "kaza" sonucu ölümü. Dünyada bin kişinin öldürüldüğü bir olay, "katliam" veya "insanlığa karşı suç"sa -bir yılda 2 binden fazla işçinin "kazayla ölümü"- artık soykırıma yeni bir tanım gerekir.

∗∗∗

Daha az gördüğümüz, okuduğumuz ve izlediğimiz cezaevlerinde ve trafik kazalarında ölenler listesine yeni grup: "Selde ölenler." İstanbul ve Kırklareli'nde sellerin götürdüğü sekiz kişi, selde kaybolan 3 yaşında bebek, beş gün sonra ölü bulunduğunda, "Asel bebek artık cennet bahçesinde" diyen bir vali.

"Aileyi koruma" söylemi, Putin'in Rusya'sından Türkiye'de Erdoğan'a kadar yaygın bir politika. Bu politikanın hedefinde farklı cinsel kimlikler ve varlıklar var. Birincisi LGBTİ grupları çoktandır yasaklamış halde, ikincide yasak kararına ramak var. İstanbul Sözleşmesi'ni depoya gönderdikten sonra orada gördüğümüz tek şey, çocuklara artan tecavüzler ve azalmayan kadın cinayetleri.

Oysa insan haklarının cinsiyet kimliklerine ayrımsız uygulanmasına dair devletleri yükümlülük altına alan Yogyakarta İlkeleri daha bu yüzyıl başında kabul edildi. Ama nefret suçlarının ilk hedefi yine LGBTİ kişiler.

Gezegenin her ucundan gelip Avrupa adasına yerleşmeye çalışan -binlercesi Akdeniz'de botlarıyla suyun dibini boylayan- mülteciler. Onlara karşı yükselen duvarlar, tel örgüler, sınır kampları, yüzen hapishaneler. Medeniyetin beşiğinde şiddetin, ölümün, yalnızlığın ve hastalığın normalleşmesi. Eski ve yaşlı kıtayı esir almış derin ve sürekli kronik kriz.

∗∗∗

Uluslararası adaletin hazin sonu, bu çöküş döneminin başka bir alameti. BM'nin etkisizliği, ihlal kararlarını AB'li hükümetlerin uygulamadığı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Rusya devlet başkanı Putin hakkında tutuklama kararı veren ama ABD'li bir çavuşa gücü yetmeyen Uluslararası Ceza Mahkemesi.

Yeniden canlanan nükleer savaş tehdidi, insanın birbiriyle -ve doğayla- üçüncü kez büyük savaşa gireceği yönünde -gittikçe artan- alametler. Yapay zekâ ve Mars'ın sömürgeleştirilmesi, gezegenler arası seyahat -ve zenginlerin oralara yerleşeceği- yönünde bir tahayyül (Bizde daha on iki yıl evvel -Roboski'de- bir bombardımanda ölenlerin -hesabının sorulamaması bir yana- yasının tutulamaması).

Ateşi, tekerleği, barutu -ve aşkı- bulmuş insanlığın -Rosa'nın sözleriyle- barbarlığı tercih ettiği zamanlar.

Okyanuslara, denizlere, göllere, ırmaklara -kara kıtalarını birleştirecek kadar- yayılmış mikroplastikler.

Her yıl yok olan nişler ve kırk bin canlı tür. İklim değişikliği, küresel ısınmaya karşı çıkan çevrecilere "terörist" damgası yapıştırılması, ufukta beliren -barbarlık içinde- kütlesel yok oluş.

Gezegenimizin zifiri geleceği bugün her an yeniden belirleniyor. Celal Şengör'ün altıncı, Dersim mitolojisinin "sekizinci yok oluş" dediği bu (Ama bu defa göktaşından gelmeyecek son). O dağlarda yaşlılar -adeta birer kâhin gibi- "na dina hot ree pırr biyo, hot ree ki thol" demişlerdi çünkü ("Dünya yedi defa doldu, yedi defa boşaldı").

"Dünyanın başka bir sonu mümkün", sloganındaki umudu arıyoruz hala (Srecko Horvat). Yıkan insan inşa edecek yeniden, şu gözümüzün önünde yavaş yavaş son nefesini veren, tarumar olmuş eski dünyayı.