Genç kadın, şehir dışından gelmiş annesine evin bahçesini gezdiriyor. Bu devasa bahçede çiçeklendirmeyi nasıl yaptığını, havuzu nasıl inşa ettiklerini, şurada da ailenin bal ihtiyacını karşılayan arı kovanının bulunduğunu anlatıyor. Anne kızıyla gurur duyuyor. “Bu kampın duvarı mı?” diyor bir ara, bahçenin bir kenarını boydan boya kaplayan yüksek, gri duvarı göstererek. “Esther Silberman da burada mıdır acaba?” diye soruyor merakla. Bir zamanlar Esther Silberman’ın evine temizliğe gidermiş.

Bu güzel bahçede, duvarın arkasındaki hiçbir şey görünmüyor. Mahkumların çığlıkları, tüfek sesleri, Alman kurt köpeklerinin öfkeli havlamaları çok uzaklardan duyuluyor. Bir de, sıcak günlerde bile bacalardan tüten kara dumanlar var, ama en kuvvetli rüzgarlar bile yanmış insan eti kokusunu buraya getiremiyor, çünkü duvarın arkası çok uzak.

Kocası Rudolf Höss’ün “Auschwitz’in kraliçesi” diye hitap ettiği genç kadın, Hedwig Höss. annesine bahçedeki çiçeklerin kokusundan söz etmeyi sürdürüyor. Esther Silbermann sorusu tüm ağırlığıyla havada asılı...

Güzel bir yaz günü, Höss Ailesi misafirlerini havuz başında eğlendirirken Rudolf Höss karısına Oranienburg’a tayin edildiği haberini veriyor. Hedwig çok üzgün, çünkü bir yeryüzü cenneti olan Auschwitz’i terk etmek istemiyor. Rudolf’a bu konuyu Hitler’le görüşmesini söyleyecek kadar, hatta “Sen Oranienburg’a git, ben çocuklarla burada kalayım.” diyecek kadar çok seviyor Auschwitz’i. Auschwitz’de çocuklar mutlu, hayat güzel.

∗∗

Uzun metraj film yapımı konusunda pek üretken olmayan (22 yılda sadece dört film), daha çok kısa film, müzik videosu ve reklam alanında ürün veren Jonathan Glazer’ın çalışmalarını izlemek epey keyiflidir aslında. Radiohead, Massive Attack, Blur gibi gruplara yaptığı kliplere, The Fall (2019) gibi kısa filmlere ya da reklam ve tanıtım filmlerine baktığınızda, çoğunlukla özdeşleşmeci bir anlatım tarzı kullanan, hikâye anlatmayı seven bir yönetmen görürsünüz. Ama The Zone of Interest/İlgi Alanı’nda (2023) bambaşka bir Glazer’la karşılaşıyoruz: Anlatımcı yapıdan uzak, filmin neredeyse tamamını oluşturan ‘genel plan’ çekimleri sayesinde karakterlerle özdeşleşmemizi olabildiğince kısıtlayan, başı sonu belli bir hikaye sunmaktansa seyirciyi sanki bir fotoğraf albümüne bakıyormuş gibi hissettiren çok soğuk ve zor bir film bu.

Ama film bittikten sonra, böyle bir filmin görsel-işitsel yapısının tam da böyle olması gerektiğini hissediyorsunuz. Burada anlatılacak bir hikâye yok: 1944’te Auschwitz’e dönen Komutan Höss, Mayıs ve Haziran ayları boyunca günde ortalama 10 bin mahkumu gaz odalarına göndermişti. Gündüz krematoryumlarda en az masrafla kaç kişiyi yakabileceklerinin hesabını yaparken, geceleri küçük kızlarına Hansel ve Gretel’i okuyor, Gretel’in cadıyı ocakta yakışını anlatıyordu. Duvarın arkasında ‘Ölüm Meleği’ Josef Mengele, tek seferde 14 Yahudi çocuğun kalbine kloroform enjekte ederken Höss çocukları havuz keyfi yapıyordu. Burada anlatılacak bir hikaye değil, gösterilmesi gereken devasa bir tuhaflık var.

Bu, “Ama sivil Almanlar masumdu” demeyen bir film. Hedwig Höss, kocasının duvarın arkasında neler yaptığını çok iyi biliyor; bir hizmetçiyi “Kocama seni yaktırıp küllerini araziye dağıttırırım” diye tehdit edecek kadar iyi biliyor. İlgi Alanı, Wilhelm Reich’ın “Kendimizi aldatmayalım, Alman halkı faşizmi istedi” derken bahsettiği isteme halini tartışmamızı istiyor.

∗∗

Höss Ailesi’nin inşa ettiği ‘yeryüzü cenneti’ni sinemada daha önce de görmüştük: En güçlü soykırım anlatılarından olan Sophie’s Choise/Sophie’nin Seçimi’nde (1982) yönetmen Alan J. Pakula, önünde pırıl pırıl bir gelecek uzanan Sophie’nin neden asla mutlu olamayacağını anlatırken, o gri duvarın bir cennetle bir cehennemi nasıl birbirinden ayırdığını gösteriyordu.

Höss’e sekreterlik yapmak üzere seçilen Sophie’nin, Auschwitz çamuruna bata çıka 25. bloğun önünden geçişiyle başlayan sahne: 25. blok, öldürüleceği kesin mahkumların tutulduğu yerdir. Yüzlerce çıplak insan, yemeksiz ve susuz, ölüme gidecekleri anı bekler. Ellerini pencere demirlerinden dışarı uzatıp bir yudum su için yalvarırlar. Yakaran ellerin önünden yürüyen Sophie, ölüm kampını çevreleyen duvardaki kapıdan geçer, çocukların neşeyle oynadığı havuzlu bahçeye çıkar.

∗∗

İlgi Alanı’nı izledikten sonra, mümkünse dönüp Sophie’nin Seçimi’ni tekrar seyredin; Meryl Streep’in doğrudan kameraya bakıp ağlayarak anlattığı dehşetin nasıl kolayca bir Hollywood melodramına dönüşebildiğini ve bunun aslında ne kadar rahatsız edici bir şey olduğunu göreceksiniz.