4-5 Eylül tarihlerinde G20 Maliye Bakanları, MB Başkanları ve patronlar dünyasından katılımcılar “Business20-B20” yani “iş dünyası zirvesi” diye de çevirebileceğimiz toplantıda bir araya geldi. Küçük Aylan’ın cansız bedeni sahile vurmasaydı şayet, o bilindik tek kale maçlarında, kur-faiz savaşları, borsa rallileri, ikili ticaret anlaşmaları gibi orta sahada top döndürmeye devam edeceklerdi kuşkusuz. Daha fazla kâr ve güç odaklı politikalarının insanlık tarafından hangi bedellerle ödendiği, kirli pazarlıklar ve kanlı işbirliklerinin milyonlarca insanın yaşamına mal olduğu bilinmiyor muydu, elbette biliniyordu. Savaştan ve yoksulluktan kaçıp daha insanca bir yaşama doğru yola koyulan ve bu uğurda can verenlerin yaşadığı dramı kamuoyunun gündemine taşıyan, bu nedenle paranın büyük patronlarının masalarına yumruk gibi bırakan da nitekim küçük Aylan oldu.

Savaş olmadan yönetemiyorlar
Velhasıl Türkiye’ye benzer dünya genelinde de kapitalizmin kendisi bir savaş konjonktürü olmadan dünyayı yönetemez, kendini yeniden üretemez hale geldi. Daha geniş bir pazara hükmetme arayışının ötesinde oluşan sınıfsal çelişkileri etnik-din-dil ayrımında ayrıştırarak, bu ayrışmalar üzerinden kesimleri toplumsal yaşamda karşı karşıya getirerek savaşçı politikalara hız verildi. Şimdi Ortadoğu’da savaş konseptiyle ilerleyen bu süreç aynı anda Avrupa’da nefes almaya çalışan göçmenleri yoksulluğun, işsizliğin nedenleri olarak göstererek ilerliyor; ırkçılığı, faşizmi yükselterek var olmaya çabalıyor.
Bu sürecin gösterdiği eğilimdeki vahşeti ise göç istatistikleri ortaya koymakta. BM raporuna göre, dünya genelinde doğduğu topraklardan göç etmek zorunda kalanların sayısı 90’ların başında yaklaşık 154 milyon iken, 2013 yılında 232 milyona yaklaşmış gözüküyor. Hızlanan insan akışı 1990-2000 aralığında yani 10 yıllık zaman diliminde yüzde 1,2 gibi bir hıza sahip olurken, 2010-2013 aralığında sadece 3 yıllık bir zamanda yüzde 1,6 hıza ulaşıyor. Tam tamına 77 milyonu aşkın artan bir göç nüfusundan bahsediyoruz ki neredeyse bir Türkiye nüfusuna denk.

duzen-iflas-ederken-kavsaktaki-insanlik-69992-1.

Kaynak: UNHCR - BM Mülteciler Yüksek Komiserliği

Elbette göç etmek başka, mülteci ya da sığınmacı olmak başka. Kavramsal anlamlarının yanında, her geçen gün devasa boyutlara ulaşan insan nüfusunun hangi saiklerle yer değiştirmek zorunda kaldığı, insanlığın yüz yüze kaldığı sorunları da önümüze seriyor.
Ülkesinde toplumsal konumu, siyasal düşüncesi, din, ırk ya da ulusal kimliği nedeniyle kendisini yaşamsal tehdit altında hissederek başka bir ülkeye sığınma talebinde bulunan kişiye mülteci diyoruz. Bir insanın mülteci olabilmesi için başvurusunun ilgili ülke tarafından “kabul” edilmiş olması gerekir. BM verilerine göre savaş nedeniyle mülteci haline gelen insanların sayısı 2014 itibariyle 59,5 milyona ulaştı. 2005 yılında bu rakam 37,5 idi. 9 yıldaki 22 milyonluk artış sadece gittiği ülke tarafından “kabul edilen” mültecilere ait. Bunun yanında kabul edilmeyen nüfusun nicel boyutlarını, ancak onlar öldüğünde veya cansız bedenleri karaya vurduğunda görebiliyoruz. Sadece Akdeniz sahillerinde Ocak-Nisan aylarında can veren insan sayısının 2 bini aştığı biliniyor.

Göçmenlik ise hâkim literatürde “ekonomik” gerekçelere dayalı “gönüllü” olarak yer değiştiren insanlar için geçerli. Oysa gerçek hayatta göçmeliğin çok da gönüllü bir tercih olmadığı; hiçbir insanın yerinden yurdundan, sevdiklerinden uzun yıllarca keyfi olarak ayrı kalmayı tercih etmeyeceği belli. Çünkü iş, aş, barınma, insanca yaşama dair umutların tükendiği yerde başlar göç yolları. Örneğin Dışişleri Bakanlığı’nın verileriyle yurtdışında yaşayan Türkiye vatandaşlarının sayısı 5 milyonu aşkındır.

•••

İktisadi bunalımla birlikte şiddeti artırılan sömürü politikaları sonucu işini, umudunu kaybedenlerle, küresel artığa daha fazla el koyabilmek adına kızıştırılan savaşlar sonucu yerini yurdunu kaybeden milyonların sayısında son yıllardaki artış, düzenin ipliğini en vahşi karakteriyle pazara çıkarıyor. B20’de sergilenen ikiyüzlü tutumlar ve siyaseti sirke dönüştürürcesine tarafların birbirine yönelttikleri suçlamalar ise sadece işin soytarılığı.

Hele hele ülkesinde her gün onlarca gencin sırf kendi Saray rejimi için öldüğünü itiraf eden, bunun üzerine ülkeyi iç savaşa sürüklemekten geri durmayan Zat’ın çıkıp da insanlık suçlarına ilişkin Avrupa’ya “ayar verme” şovu yok mu… Ona da bir gün “ayar” gelecek, savaşın hesabı toplumsal barışın çığlığıyla sorulacak, görülmeyecek hesap kalmayacak…