Şu anki durumda, yeni ekonomi yönetimi enflasyona karşı politikalara öncelik verecek durumda bile değil. Enflasyonun artış eğiliminde olduğu ve olacağı bir konjonktürde bunun beyhude bir çaba olduğu görülüyor olmalı.

Ekonomiden siyasete

Seçimlerin bu biçimde sonuçlanmasından sonra –beklenebileceği gibi– iki süreç çalışıyor. Birincisi, iktidar partisi artık sürdürülemeyecek bir sınıra getirdiği Eylül 2021 sonrasının iktisat politikalarından öngörüldüğü gibi çark ederek kadrolarını anaakım iktisada göre yenileme sürecine girmiş bulunuyor. Bu "çark" olgusunun 2018 sonrasındaki uygulamalardan toptan ve kalıcı bir çıkış biçimini alması Mart 2024 seçimlerini bekleyecek. Bize göre marttan sonra "tam tornistan" olasılığı yüksektir, çünkü mevcut rejim bundan böyle ekonomik (dış kaynaklara aşırı muhtaçlık düzeyinin yükselmesi) ve siyasi nedenlerle (Batı emperyalizminin dümen suyundan fazla uzaklaşabilmenin kısıtlanması) manevra alanlarını daraltmış gözükmektedir. 

İkincisi, seçimlerin kaybeden tarafını oluşturan muhalefet partileri (CHP, İYİP ve YSP) açısından kendi içlerine (ve birbirlerine) dönük bir muhasebe/hesaplaşma sürecinin çalışması beklenmeliydi. Beklenen oluyor; İYİP ve YSP açısından bu daha çok bir iç-muhasebe, özeleştiri, İYİP’ten CHP’ye açıktan eleştiriler ve yeni ittifak modelleri arayışı biçiminde şekillenirken, seçimlerin en iddialısı ve en büyük kaybedeni olan CHP açısından bu bir iç-hesaplaşma sürecine dönüşmüş durumda. Sonbahardaki Kurultayda bir genel başkanlık yarışı yaşanmasa bile, Mart 2024 sonuçları kılıçlar toprağa gömülmeden beklenilecek görünüyor. CHP tabanından/seçmeninden gelen hoşnutsuzluk ve tepkiler geçiştirilebilecek gibi durmuyor.  

EKONOMİK TORNİSTAN 

Hazine ve Maliye Bakanı ile TCMB’nin Başkanı, üç başkan yardımcısı ve birçok genel müdürü değişti. TCMB faiz politikası değişti, faizlerde artış dönemi başladı. Son iki yılın özeleştirisinden vazgeçtik, sağ siyasetlerde bunun asla yeri yoktur, hiç olmazsa bu politika yalpalamasının bir açıklaması var mı? Son iki yıldır inanılmaz bir enflasyonist tırmanışa, döviz kurlarında sıçramaya ve bu sıçramayı kontrol etmek uğruna TCMB net rezervlerinin eksi 60 milyar doların altına gerilemesine ve KKM üzerinden geniş vergi yükümlüsü kesimlerden büyük tasarruf sahiplerine (şirketler ve varlıklı hanehalkına) gelir transferi yapmaya ve kamu maliyesini büyük bir yük altına sokmaya yol açmış bir siyasetçi/bürokrat heyetinin sorumluluğuna dair söylenecek hiçbir şey mi yok? Bugün bu tahribatın sonuçlarını, yeniden yükselişe geçen bir kur-enflasyon sarmalı üzerinden bir kez daha ödemeye mecbur burakılan kitlelere hiç olmazsa bir açıklama borçları yok mu? AKP siyasetçisinin, başta Saray ekonomistinin, böyle bir açıklamaya tenezzül dahi etmeyeceği biliniyor; çünkü seçim sonuçları ortada, asla hesap sormayan bir seçmen kitlesine sahip. Saray ve şürekâsı, "seçmenimiz hesap sormuyorsa size ne oluyor?" modunda. Sermayenin iktidar medyası da zaten iktidarı/Erdoğan’ı her türlü sorumluluktan azade tutmak üzere görev başında. Şu toz kondurulmayan "liyakatli" yeni ekonomi kadroları da zaten aynı modda, ekonomik sapmaların eleştirisini pek "siyasi" bulmaktalar!  Siyasi iktidarda bir değişim olsaydı, en azından son birkaç yılın eleştirel bir muhasebesi yapılabilecekti. Aslında onların da ekonomi bagajında ortodoks neoliberal politikalara dönüşten başka bir şey yoktu; ama en azından ihale cambazlıklarında, KÖİ soygunlarında, imar yolsuzluklarında, her türlü yolsuzluk çarkında gedikler açılabilecek, savurganlıklar bir dereceye kadar sınırlandırılabilecekti. Şimdi bütün bunlar, Şimşek’in göstermelik bir "tasarruf genelgesi"ne indirgenmiş durumda.  

Peki, yerel seçimlerden sonra, TCMB’nin "2023-III" altbaşlıklı Enflasyon Raporu’nda sözü edilen "mali disiplin" uygulamaya sokulacak mı? Bunu Babacan-Şimşek ikilisinin pek sevdiği IMF tarzı bir "mali kural" (ücretler, sosyal harcamalar ve yatırımlar başta gelmek üzere kamu harcamalarının sıkıca tayınlanması ve bütçe açıklarının daraltılması) disiplini içine sokabilecek güce sahipler mi? Arkalarına IMF gözetimini almadan bu mümkün mü? Saray iktidarını bu disipline razı edebilecekler mi? Finansal sıkışmanın büyüyen boyutları bu süreci tetikleyebilecek mi?  

ŞİMDİKİ ÖNCELİKLER NE? 

Şu anki durumda, yeni ekonomi yönetimi enflasyona karşı (dezenflasyonist) politikalara öncelik verecek durumda bile değil. Enflasyonun artış eğiliminde olduğu ve olacağı bir konjonktürde bunun boşa harcanacak bir çaba olduğu görülüyor olmalı. Dolayısıyla, seçimler ve baş suçlu ilan edilen "ücret artışlarına engel olamama hali" bahane edilerek, şimdilik enflasyonla mücadele önceliği yok. Kaldı ki, enflasyona karşı önlem olmaktan ziyade mali ihtiyaçlar nedeniyle yapılan dolaylı vergilerdeki artışların ve yönetilen/yönlendirilen mal ve hizmet fiyatlarındaki zamların, şimdilik enflasyonu kışkırtıcı rolleri daha ön planda. Gerçi orta vadede bunun talep enflasyonunu sınırlandırıcı etkileri olacağı öngörülüyor olmalı. Üstelik bunlar henüz ilk alıştırmalar; seçimlerden sonra daha katmerli artışlar beklenmeli. Şimdilerde hazırlanan ve Eylül başında açıklanacak olan yeni OVP (2024-26) bunun ipuçlarını verebilir. 

Peki, şimdiki öncelik ne? Öncelikler arasında başı çeken, akut duruma gelmeye başlayan dış finansman ihtiyacına çare bulabilmek. (Büyüyen iç açıklara CB’ye Torba Yasa ile verilen 1,5 trilyon TL’lik ek borçlanma yetkisinin yeteceği hesaplanıyor). Kısa vadeli dış borç ödemeleri ve cari açıklar toplamı olarak 270 milyar dolar civarında bir dış kaynağın bulunması/çevrilmesi gerekiyor. Dış borçların büyük bölümü yeni borçlarla çevrilecek; ama dış borç faizleri (artı risk primleri) hâlâ çok yüksek. Cari açıkların sınırlandırılması ithalatın ve dış ticaret açığının daraltılmasını gerektiriyor. Bu yönde bir eğilim başladı; ama bu, ihracatı da daraltıyor. Sıcak para girişleri çok isteniyor; bunun için dolar-TL paritesinin bir yerde istikrar kazanması gerekiyor; geçici olarak sağlandı ama bu defa enflasyonun TL’nin değerini aşındırıcı etkilerinin kurlara yansımaması olanaksız. Eğer yılsonu enflasyonu TCMB’nin 27 Temmuz Raporunda kabullendiği yüzde 58 oranı yerine şimdi artık daha gerçekçi gözüken yüzde 70 oranına (bunu epey erkenden dillendirmiştik) ulaşırsa, eylülden itibaren yeni kur artışları kaçınılmaz olacak.  

Öte yandan TCMB’nin nominal faiz artışları, büyüyen negatif reel faizler olgusuna bir çözüm getirmiyor. Tam tersine, enflasyon artış hızı TCMB faiz artış hızının üzerinde kaldığı için faiz-enflasyon mesafesi durmadan açılıyor. Yeni ekonomi yönetimi göreve geldiğinde yüzde 8,5 ile yüzde 38,2 olan ilişki, şimdi yüzde 17,5-yüzde 47,8 biçimini aldı. Yıl sonunda ne olur peki? Yüzde 25 faize karşılık yüzde 70’lik TÜFE mi? Kuşkusuz TCMB faiz artışları sadece simgesel bir değere sahip değil; geniş kitleler bakımından, "kredi kartı nakit çekim faizlerini" ve "kredili mevduat hesabı faizlerini" yukarı çekmek, ticari ve taşıt kredilerinin büyümesini sınırlamak bakımından yan etkilere sahip. Seçmeci bir kredi politikasıyla ve parasal sıkıştırmalarla (KKM için yüzde 15 zorunlu karşılık gibi makroekonomik ihtiyati tedbirlerle) ayrıca destekleniyor. Her durumda, kur ve faizlerin bu oturmamış yapısı, spekülatif yabancı sermaye (sıcak para) açısından güven telkin edici görünmüyor. Tam da bu nedenle, kamu varlıklarının "batan geminin malları" fiyatına satışı/tahsisi üzerinden doğrudan sermaye girişleri çekilmek isteniyor. Kapkaççı Körfez-Arap sermayesiyle yapılan bunca üst düzey temasın/ziyaretin asıl amacı bu. Son iki yılın birikimli mali sorunları nedeniyle tam bir haraç-mezat satış dönemindeyiz. Saray ekonomisti bunun hesabını vermekten kurtuldu; tekrar görevlendirdiği dış sermayenin gözdesi Hazine ve Maliye Bakanı da kamu varlıkların satışından ne kadar keyif duyduğunu gizlemiyor.  

Dolayısıyla kaygılanmak için çok neden var. Sosyalist sol dışında bunu kendisine sorun yapan ve bir mücadele eksenine tahvil etmeye yönelen başka bir siyasi hareketin olmaması ise hayli üzücü.