HBO, Game of Thrones mitolojisini tükettikten sonra seyirci boşluğa düşmek üzereyken aynı kanalın Chernobyl mini dizisi adeta kurtarıcı oldu. Chernobyl ile ilgili Twitter’da paylaşımlar baş gösterdiğinde ve son derece iddialı cümleler kurulduğunda çoğumuz ‘aman canım abartıyorlardır’ deyip diziyi izlemeyi erteledik belki de. Ama izledikten sonra oluşan ikinci dalganın geri dönüşleri ile dünyanın her yerinden neredeyse […]

El yapımı felaket

HBO, Game of Thrones mitolojisini tükettikten sonra seyirci boşluğa düşmek üzereyken aynı kanalın Chernobyl mini dizisi adeta kurtarıcı oldu. Chernobyl ile ilgili Twitter’da paylaşımlar baş gösterdiğinde ve son derece iddialı cümleler kurulduğunda çoğumuz ‘aman canım abartıyorlardır’ deyip diziyi izlemeyi erteledik belki de.

Ama izledikten sonra oluşan ikinci dalganın geri dönüşleri ile dünyanın her yerinden neredeyse eşzamanlı sosyal medya paylaşımları başladı. Ve ansızın şu mahcup haziran ayında sinirleri geren seçimi beklerken biraz olsun bu dizi kafaları dağıttı. Tabii dizi öyle rahatlatarak kafa dağıtan cinsten değil, izleyiciyi son derece geren bir tonu var. Bu noktada gerilen seyirciye antidot görevi olarak Good Omens dizisini de sonrasında öneririm.

Chernobyl hakkında yazılan eleştirilerde, ki bunların çoğu film eleştirileri değil, özellikle dizinin SSCB üzerinden anti-komünizm propagandası yaptığına dair ağır yorumlar yer alıyor. Bana kalırsa dizi daha çok genel anlamda bürokratik diktatörlüğün kapalı ve antidemokratik yönünü, ideolojik körlüğü ve liyakat yerine partiye sadakat sebebiyle yaşanmış feci sonuçları ortaya döküyor. En son Soma’da deneyimlediğimiz üzere hepimizin bir felaket sonrasında istediği şey şef-faf-lık. Ve dönemin Sovyet bürokrasisi halka karşı şeffaf değildi ve kadrolar arası gerçeğin inkârı hayatlara mal oldu. Dizi Amerikancı çerçeveden propaganda yapıyor diyenler, dizinin fazlasıyla otantik olmasından dolayı hataya düşerek bu mini diziyi katı gerçeklere dair bir belgeselmiş gibi ele alıyorlar. Bu pek mantıklı değil çünkü Chernobyl, gerçek olaylara dayanan bir kurmaca. Yaratıcıları önemli kayıtları doğru ve efektif kullanarak facianın nasıl, neden olduğunu inandırıcı ve hatta geleceğe dair uyarıcı bir şekilde göstermiş.

Bu dönem dizisinde Sovyet hayatının detayları, arabalardan binalara, kıyafetlerden oda dekorasyonlarına kadar özgün, doğru ve iyi resmedilmiş. Oyunculuklar bir film izlediğinizi unutturacak derecede gerçekçi ve doğaldı. Stellan Skarsgård ve Emily Watson ikilisi, Lars von Trier’in Breaking the Waves (1996) filmi ile hafızalarımıza hiç çıkmamak üzere kazınmışlardır. Seneler sonra ikisini yan yana görmek bu açıdan çok anlamlıydı. Yönetmenlik, kullanılan lensler, bakış açıları çok iyi işlenmişti. Yaratıcısından yönetmenine tüm ekip bu felaketin boyutlarının bildiğimizden daha da büyük olduğunu tüm dünyayı ilgilendiren bir olay olduğunu anlatmakta başarılıydı. Radyasyon zehirlenmesini gösteren özel makyajlar sanırım bu kadar gerçekçi olarak ilk kez karşımıza çıktı. Tansiyonu yükselten müziklerin etkisine eklenen geiger sayacının çıkardığı ses tüyleri diken diken etti. Vanaları açmak için aşağıya inen, suyun içinde yürüyen bir grup insanın olduğu sahnede geiger sayacının çıkardığı o sesle nasıl gerildiğimi anlatamam. Ama şunu söylemeliyim, dizinin daha büyük başarısı aslında tam göstermediklerinde saklı. Örneğin ilk bölümde bir sahnede Chernobyl’i uzaktan keyif içinde izleyen insan grubunun karşı karşıya kalacakları ölümü hissettiğimiz sahnede onların başına ne geleceğini görmesek de o korku ve paranoya içimize işledi.

Dizi bir şeyi daha başardı. “Titanik’te ne oldu? Battı. Nasıl battı? Buzdağına çarptı” diye hepimiz cevaplayabiliriz. Ama hepimiz Chernobyl’i bilsek de, neden ve nasıl olduğunu, durumun kötüden daha kötüye nasıl ve neden gittiğini pek iyi bilemeyebiliriz. İşte bu dizi nükleer fizikçi olmasak da hepimizin anlayabileceği şekilde bunların cevabını vermiş. Ayrıca mesela çok kişi felaketten sonra Pribyat’ın hemen tahliye edilmiş olacağını düşünmüştür ama nükleer tesis yöneticilerinin ve Sovyet bürokratlarının tüm güçlerini bu felaketin üzerini örtmek için kullandıklarını gördük. Bu diziye en benzer film 1979 yapımı The China Syndrome. Hayali bir nükleer santralda üzeri örtülmeye çalışılan güvenlik riskini ortaya çıkarmak için uğraşan gazeteciyi izlediğimiz film de, Chernobyl gibi, abartılı aksiyondan uzak durarak insanoğlunun kusurlarını, gerçekleri saklamanın sonuçlarını ve insan eliyle ortaya çıkan felaketten kaynaklanan etik dilemmalara odaklanır.

Harika yazılmış, yönetilmiş tüm devletlere uyarıcı niteliği taşıyan, yakın gelecekte bir klasiğe dönüşecek olan bu yapımı kaçırmayın. Son olarak dizinin, bugünümüzle olan rahatsız edici bağını Akkuyu haricinde ben daha dolaylı başka bir açıdan kurmak isterim. Felakete giden uyarıları görmezden gelenler bugünkü iklim krizi uyarılarına da kulaklarını tıkıyor ve gerçekleri bastırmak için ellerindeki tüm güçleri kullanmaya devam ediyor. O yüzden bugün, vegan iklim hareketi öncüsü Greta Thunberg’in başlattığı güçlü farkındalık dalgasına destek vermek önemli.