Zor günlerden geçiyoruz cümlesinin bile hafif kaldığı günlerden geçiyoruz. Ölümün kesin noktası karşısında, insan geçici şeylerden kaçmak istiyor sanki. “İçinde bulunduğumuz dönemin şartları” nedeniyle iptal edilen ya da ertelenen etkinlikler de cabası.
Bu durumda aklıma İKSV Salon’daki National Theatre gösterileri geldi, ister istemez. Klasikler insandan uzun ömürlü ne olsa, öyleyse belki “Coriolanus”. Ya da, topraklarında güneş batsa da ihtişamını sürdüren imparatorluğun uzun ömürlü kraliçesi... Yani, Helen Mirren’li “The Audience”. Ama onun da başlamasına daha çok var.
Öyleyse, “Hamlet” diyelim. Danimarka Prensi’nin hazin hikâyesi tiyatro ve sinema tarihinin en sevilen hikâyelerinden biri olagelmiştir. Salon programında “Hamlet” adını görünce ilk aklıma gelen soru, “Acaba”ydı. Acaba Sherlock’taki başarısının ardından Hamlet ile sahneye çıkan Benedict Cumberbatch’i mi izleyeceğiz? Öyleymiş gerçekten. Belli bir tarihte bitecekti ama bitmedi, bitemedi. Yoğun ilgi görünce uzatıldı durdu. Lyndsey Turner’ın yönettiği “Hamlet” hâlâ rağbet görüyor olsa gerek ki, bu cumartesi 19.30’da Salon’da bir kez daha gösterilecek.

Adı Salon’la birlikte akla gelen Bengi Ünsal, şubatta devam ediyor mu diye sorduğumda, “Ediyor,” demişti. “Benedict Cumberbatch’ın bu kadar popüler olduğunu bilmiyordum.” Eh, televizyonun da hakkını vermek gerek. BBC’nin Sherlock’u ona da, sonradan “Hobbit”te genç Bilbo olan Martin Freeman’a da şans getirdi. Aslında şanstan ziyade, iyi oyunculuklarının ödülü diyelim. Zaten Cumberbatch, National Theatre’ın “Frankenstein”ında da oynamıştı. Bir de, “The Imitation Game” ile Oscar adaylığı var, tabii.
Peki, ‘live’ sözü nereden geliyor? Kaydedildiği sırada canlı oynanıyor oluşundan. Londra’da National Theatre’da sahnelenen oyunun en iyi izlendiği seyirci koltuklarına kameralar yerleştirilmiş ve oyun filme çekilmiş. İşte biz İstanbul’da bu filmi Salon ekranında izliyoruz. Dünyada ise bu ‘live’ oyunlar (Coriolanus, Hamlet, The Audience, John) 250 bine yakın kişi tarafından izlendi.
Oyunun kendisine gelince, kaç kere izlendiğinin hesaplanabileceğini sanmıyorum. Beyazperde uyarlamaları da var tabii ki benim favorim her zaman kendi yönettiği filmde Danimarka Prensi’ni yürek parçalayan bir duygusallıkla oynayan Lord Olivier’dir. Her zaman eşsiz bir sese sahip olmuş John Gielgud’un sahne performansını görememiş olduğuma da yanar dururum. Gençliklerinde tiyatronun Genç Aslanlar’ı, John (Gielgud), Larry (Olivier) ve Ralph (en son “Greystoke” Tarzan’ının (Christoph Lambert) büyükbabasını oynayan, Richardson ailesinin büyüğü (Ralph Richardson) birbirlerini geride bırakmak için yarışırlarmış.
Kadınları da unutmayalım: İlkleri Sarah Bernhard ile Asta Nielsen; Türkiye’de sinemada Fatma Girik, sahnede Nur Sabuncu ve tek bir performansla Ayla Algan. Olivier dışında da hem oynayıp hem yöneten aktörler (Kenneth Branagh), başka aktörleri yöneten aktörler oldu (John Gielgud, Richard Burton’ı yönetmişti, örneğin). Avustralyalı bir Hamlet bile gördük ( o sıralarda Mad Max ile tanınan Mel Gibson). Kanada’da Hamlet olan Keanu Reeves ise, kıs kıs gülenleri mahcup ederek iyi bir performans sunmuştu.
Bu durumda Benedict Cumberbatch’in çok beğenilen performansına şaşmamak gerek. Kendisi zaten, birbirine taban tabana zıt karakterlerdeki başarılı oyunculuğuyla bilinir.