İsrailli yönetmen Michal Aviad, hem Yahudi, hem kadın hem de belgeselci olmanın üstüne yüklediği sorun ve sorumluluklarla, 2001’de çok güzel bir belgesel film yaptı: Ramleh. 

Başkent Tel Aviv’de yaşayan Aviad, Kudüs yakınlarındaki bu eski yerleşim bölgesinde bir film yapmaya, gazetede gördüğü bir cinayet haberinden sonra karar vermişti. Habere göre, Şas Partisi’ni destekleyen köktendinci bir Yahudi (tüm dünyada ‘ultra-ortodoks’ olarak tanımlanıyorlar) eski Sovyet topraklarından göç edip Ramallah’a yerleşen Yahudi bir ailenin kızını, Araplarla geziyor diye öldürmüştü.  

Kökeninde erkek-egemen dinsellik olan bu korkunç cinayet, aynı zamanda ilginç bir Ramallah tablosu çiziyordu: Adını çoğunlukla bombalı saldırı haberlerinde duyduğumuz Ramallah’ın nüfusunun kabaca üçte birini köktendinci Yahudiler, üçte birini eski Sovyet ülkelerinden gelen göçmenler ve son üçte birini de Hıristiyan ve Müslüman Araplar oluşturuyordu. Michal Aviad, çekimleri 1999-2000 yıllarında yapılan filmin anlatı yapısını, haberde geçen kimlikleri temsil eden üç kadın üzerine kurdu: Yahudi şeriatına uygun bir yaşam sürmeye çalışan radikal Şas destekçisi Sima, SSCB yıkıldıktan sonra Buhara’dan (Özbekistan) göç edip iki kızıyla Ramallah’a gelen Svetlana, hukuk eğitimi alan ve öğretmenlik yapan Cihad. 

Bu üç kadının hayatı, belli oranlarda ‘dikenli erkeklik’le çevrilmiş bir alanda geçiyor: Buharalı Svetlana’nın kocası onu iki kız çocuğu doğurduğu için terk etmiş. Arkadaşları yeniden evlenmesini önerdiklerinde “Yetişmekte olan iki kızım var” diyor, “Bu devirde güvenilir erkeği nasıl bulacağım? Kendi babaları bile terketmişken...”  

Sima, başını örtmeye başladığı zaman kocasının nasıl da mutlu olduğunu anlatıyor: “Bak, biz sürekli kavga ederdik. Din bana kendimi sınırlamayı öğretti, egomu bir yana bıraktım. Kocam benim için daha önemli hale geldi. Ona daha çok saygı gösteriyorum, onunla daha nazik konuşuyorum. Eğer ona bir kral gibi davranırsan, sen de kraliçe olursun! Evde ona kendisini kral gibi hissettirmelisin!” 

Cihad’ın babasıyla, erkek kardeşleriyle doğrudan sıkıntısı yok. Ama etrafında o görünmez şiddet duvarını daima hissediyor. Teyzesi Alya’nın yanına giderken izliyoruz bir gün; enişte teyzeyi ve çocukları bırakıp başka bir kadınla evlenmiş. Şimdi Cihad ve teyzesinin en büyük korkusu, ailenin teyzeyi ‘baba evi’ne dönmeye zorlaması... 

Dış ses düzeyinde anlatıcı olarak filme dahil olan Aviad, “Araplarla gezdiği için Yahudi kızı öldüren adam serbest. Hatta adamı pazar yerinde bana gösterdiler, ama hiç kimse ses etmiyor.” diyor. “Ramallah’a geldiğimden beri, altı Müslüman kadın ya kardeşleri ya da kuzenleri tarafından öldürüldü. Kurbanlardan birini de tanıyordum. Bir genç kadın bana, abisinin onu öldürmeye geldiği korkusuyla her gece nasıl ter içinde uyandığını anlattı. Aileler katilleri ele vermiyor. Gece dışarı çıkmak ve yabancı erkeklerle konuşmak yasak. Ramallah’ta kadınlar korku içinde yaşıyor.” 

Bu topraklar, eril şiddetin eril dinlerle desteklendiği Ortadoğu coğrafyasının bir parçası; tıpkı Türkiye’deki gibi, bu iki öge sürekli birbirini besliyor.  

***

Çoğunluğuna hüznün egemen olduğu filmin nadir keyifli anlarından birinde, Şas Partisi’yle ittifak kuran Benyamin Netanyahu’nun kaybettiği, rakibi Ehud Barak’ın kazandığı 1999 genel seçimlerinin sonuçlarını izleyen Cihad’ı görüyoruz; mutlu bir şekilde “Yallah Bibi!” diyor, “Haydi güle güle!” 

Tam o sırada Ramallah sokaklarında köktendinci Yahudiler ‘Bibi’ ve Şas’ın kaybetmesinin yasını tutuyor. Sima ve arkadaşları çok üzgün. Ehud Barak’ın zaferini kutlayan Arapları görünce Sima’nın arkadaşı Orly şöyle diyor: “Bir Arabın mutlu olduğunu görmek bana büyük acı veriyor.” 

Siyonist Orly’nin zihniyeti sayesinde ‘İsrail tarihinde en uzun süre başbakanlık yapan kişi’ ünvanına da sahip olan tipik Ortadoğu politikacısı Benyamin Netanyahu, bir geliyor, bir gidiyor. Filmin çekimleri sırasında muhalefete düşmüşken, bugün iktidarda mesela... Hâlâ yaşamları belirliyor; çoğunlukla da kimin öleceğine, kimin ağlayacağına karar veriyor. 

Netanyahu ne yapıyor? Mitolojik anlatılarda Babil hükümdarının Yahudilere yaptığını yapıyor; 1492’de İspanya kraliçesinin yaptığını, 1933-1945 arası Hitler’in yaptığını yapıyor. Bunun için ille de bir yasal gerekçeye ihtiyaç duymuyor aslında, ama İslamcı teröristlerin şimdiden “İsrail’in 11 Eylülü” olarak anılan 7 Ekim Katliamı tarzı eylemlerini ilahi bir hediye gibi (erkek tanrıların karşılıklı kan hediyeleşmesi) huşu içinde kabullendiğini görebiliyoruz.  

***

0 yılını, 1000 yılını, 1492 yılını, 1948 yılını, 2000 yılını, 2023 yılını tek bir filmin anlatabiliyor olması çok ürkütücü; tarihle aramızdaki ‘tekerrür ilişkisi’nin nasihatle de, musibetle de düzelmeyeceğini gösteriyor.   

Şimdilik teselli bulabileceğimiz tek şey, Netanyahu’nun gaz odaları kurmamış olması. Henüz…