Bir gazeteci olarak, analizlerinizin ve mesleğe dair endişelerinizin sektör dışından birileri tarafından da paylaşıldığını gördüğünüzde, epey

Bir gazeteci olarak, analizlerinizin ve mesleğe dair endişelerinizin sektör dışından birileri tarafından da paylaşıldığını gördüğünüzde, epey mutlu oluyorsunuz. Hele paylaşanlar politikacılarsa… Öyle ya, etkili-yetkili insanlar sizin sorun saydığınız şeylere sorun diyorsa, çözüme yakın sayabilirsiniz kendinizi!
Hollanda’da Avrupa Gazeteciler Birliği’nin (AEJ) 47. kongresinde, önce Maastricht Belediye Başkanı Gerd Leers, sonra da Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Thomas Hammarberg’i dinlerken bir an tam da o ruh hali içine girdim.
“Bugünün özgür Avrupa’sında bile özgürlükler için ayağa kalkmalıyız. Avrupa hükümetleri bağımsız gazeteciliği güvence altına almak için çalışmalı. Gazeteler eleştirel olmaya devam etmeli. Ne yazık ki, yakın zamanlarda ciddi gazetecilik büyük darbeler yedi. Derinliği olmayan, yüzeysel işler yapan medya öne çıktı. Ciddi gazeteler tiraj kaybetti. Şahsen ben ve benim siyasal çevrem şundan kaygı duyuyoruz: Herkes her şeyi yazıyor, ama olguları kim kontrol ediyor?”
Bunları sağcı bir politikacı, bir Hıristiyan Demokrat belediye başkanı söylüyor. Teknolojinin ve yeni medyanın gazetecilik üzerindeki olumsuz etkilerini sayıyor; sıklıkla yapıldığı gibi teknolojiye methiyeler dizmeden.
“Medyanın bu denli ticarileşmiş olması bir sorun” diyor ve bizleri sürat yarışına giren “habercilik” konusunda uyarıyor:
“Her dakika olguları kontrol etmeden ‘bilgi’ geçen medyanın önüne kalite temelli barajlar kurmalısınız. Bunu siz gazeteciler yapmalısınız. Yalnızca dedikoduları, hem de onların negatif olanlarını yayan medya hakim olur ve kalite önceliğiniz olmaktan çıkarsa 10 yıl içinde bu teknoloji gazetecilik mesleğini silip süpürecek. Bize gözümüzün önünden sürekli akıp geçen haberler değil, okuyup derinleşebileceğimiz bilgiler lazım. Hızlı haberin fast food’dan farkı yok. Yeni medya bunu yapıyor. Haberciliğin McDonalds’ı oldular. Tabii McDonalds da önemli bir marka… Fakat fast food dediğiniz nedir ki? Çiğner, yutar, çıkarır ve biraz sonra yine acıkırsınız. Haberi fast food gibi sunan bir medyanın bizleri doyurması olanaksız…”
Başkan Leers’in McDonalds ve fast food benzetmelerini, teknolojinin hızla önümüze koyduğu haberleri “Çiğner, yutar, çıkarır ve biraz sonra yine acıkırsınız” diye değerlendirmesini çok tutuyorum. Ancak, Super Size Me (Şişir Beni)/McDonalds belgeselini anımsayınca, değerlendirme eksik bile kalıyor. Fast food insanı biraz sonra acıktırmakla kalmıyor, yavaş yavaş ölüme götürüyor!
İnsan Hakları Komiseri Hammarberg’in ifade özgürlüğü, özgür basın, demokrasi ve insan hakları arasında kurduğu ilişki de mükemmel. Çocuk pornografisi ve nefret söylemi dışında hiçbir alanda ifade özgürlüğünün sınırlanamayacağını, sınırlanmaması gerektiğini söylüyor. Gazetecilik alanındaki temel sorunları saptarken de bütünüyle düşüncelerimiz örtüşüyor.
O da yeni medyada süratin kalitenin önüne geçmesinden yakınıyor. Aşırı ticarileşmeyi, sahiplik yapısında gözlenen yoğunlaşmayı, siyasi ve ticari çıkarların editoryal bağımsızlığı yok ettiğini anlatıyor. İşten çıkarmalardan söz ediyor. Gazetecilerin uluslararası dayanışmanın zorunluluğuna işaret ediyor.
Sorunları saptarken ortaklaşıyoruz. Peki ya çözümler?
Bu noktada söz alıp şunları söylüyorum:
“Sürekli medyada devlet tekelinin yol açtığı olumsuzlukları anlattık. Herkese serbest pazarı önerdik. Avrupa’nın tüm kurumları serbest pazarın kerametinden ediyor. Bunu basın özgürlüğünün de garantisi sayıyor. Oysa, aşırı ticarileşme, sahiplik yapısının konsantrasyonu, tüm dünyada iletişim ve bilgi üretiminin 5-6 dev grubun eline geçmesi, sendikal örgütlenmelerin yok edilmesi gibi şimdi yakındığımız sorunların tümü serbest pazarın ürünleri değil mi? Artık sorunların nedeninin de adının koymanın ve serbest pazarı ifade özgürlüğünün garantisi saymaktan vazgeçmenin zamanı gelmedi mi? Hem serbest pazarı kutsayıp hem de onun ürettiği sonuçlardan yakınmanın ne anlamı var?”
İşte bu soru henüz pek sempatik değil. Gazeteciler için bile!