Hollywood standartları bağlamında güzel bir filmdi Oppenheimer. Ama konuya yaklaşımının doğurduğu sorular vardı. Ne bu soruların yanıtı biliniyordu, ne de Nolan'ın yanıtları bilip bilmediği.

Filme giden yol
Fotoğraf: IMDb

1941: Aralık ayında Japonya, ABD’nin Pasifik’teki donanma gücünün konuşlandığı Pearl Harbour’a bombardıman uçakları ve kamikazelerle saldırdı.

1942: Şubat ayında Başkan Roosevelt, ABD’deki tüm Japon asıllı yurttaşların toplama kamplarına hapsedilmesi için bir yasa çıkardı. ‘Düşman’ için ajanlık yapma ihtimaline karşı yaşlı, genç, çoluk çocuk 120 binden fazla Japon işinden, evinden, gündelik yaşamından koparılarak, savaş bitene kadar yaşamak zorunda kalacakları toplama kamplarına kapatıldı.

Aynı yıl, Almanya’nın nükleer fizyon yöntemiyle korkunç bir silah üretmek için çalıştığına dair haberler üzerine Pentagon, atom bombası yapmak için teorik fizikçi Robert Oppenheimer’ı Manhattan Projesi’nin başına geçirdi.

1943: Ocak ayının 7. günü Hiroşima’da, Sadako adı verilen bir kız çocuğu doğdu.

1945: Mayıs ayında Almanya teslim oldu. Böylece atom bombası tehdidi ortadan kalkmıştı. Ama hem Başkan Truman hem de ‘bilim insanı’ Oppenheimer, atom bombasını üretip Japonya’ya ‘mutlaka’ atmaları gerektiğini düşünüyorlardı. Japonlar da atom bombası yapmaya niyetli olabilirdi!

Temmuz ayında, Nevada çöllerinde Trinity Deneyi yapılarak bombanın ‘çalıştığı’ görüldü. ‘Little Boy’ (Küçük Oğlan) adı verilen bomba 6 Ağustos’ta Hiroşima’ya, ‘Fat Man’ (Şişman Adam) adı verileniyse 9 Ağustos’ta Nagazaki’ye atıldı. Japonya, 15 Ağustos’ta teslim oldu.

1947: MGM Stüdyoları, Beyaz Saray ve Pentagon’la işbirliği içinde, Manhattan Projesi’ni ve atom bombasının gerekliliğini anlatan ilk sinema filmini, The Beginning or the End’i (Başlangıç ya da Bitiş) yaptı. Filmle ilgili çalışmalar 1946’da, patlama bölgesine dair korkunç görüntüler halk arasında yaygınlaşırken başlamıştı. Bombayı atan uçaktaki ekibin yaşlı gözlerle Hiroşima’yı izleyişini içeren bir sahnesi de bulunan film, hem atom bombasının nasıl ‘barışçıl’ bir icat olduğunu gösteriyor, hem de sonraki yıllarda geliştirilecek bombalar için kamuoyunu yönlendiriyordu.

Aynı yıl, savaş karşıtı edebiyatın en güçlü yazarlarından Wolfgang Borchert, HAYIR de! adlı muhteşem metninde şöyle seslendi: “Sen, laboratuvardaki araştırmacı. Yarın sana eski yaşamı yok edecek yeni bir ölüm keşfetmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYlR de!” (Çev: Celal Üster, Yordam Yay., İstanbul, 2017, s.24)

1955: Henüz iki yaşında bir bebekken nükleer serpintiye ‘sıfır noktası’ndan 1.6 km. uzaktaki evlerinde annesiyle birlikte yakalanan Sadako, Küçük Oğlan’ın radyasyonundan kaynaklı lösemi sonucu 12 yaşında öldü.

1956: Sadako’nun ölümünden etkilenen Nâzım Hikmet, dünyanın en hüzünlü şiirlerinden biri olan Kız Çocuğu’nu yazdı:

“Kapıları çalan benim / kapıları birer birer. / Gözünüze görünemem / göze görünmez ölüler.

Hiroşima’da öleli / Oluyor bir on yıl kadar. / Yedi yaşında bir kızım, / büyümez ölü çocuklar.

Saçlarım tutuştu önce, / gözlerim yandı kavruldu. / Bir avuç kül oluverdim, / Külüm havaya savruldu.

Benim sizden kendim için / hiçbir şey istediğim yok. / Şeker bile yiyemez ki / kâat gibi yanan çocuk.

Çalıyorum kapınızı, / teyze, amca, bir imza ver. / Çocuklar öldürülmesin / şeker de yiyebilsinler.”

1961: ‘Yeni Müzik’ akımının öncü isimlerinden Krzystof Penderecki’nin Threnody for the Victims of Hiroshima/Hiroşima Kurbanlarına Ağıt adlı bestesi Eylül ayında ilk kez seslendirildi. Ağustos 1945’te Japonya’da olan bitenin dehşetini bu kadar derinden yansıtan başka bir yapıt yoktur herhalde... (youtube’da “Penderecki Threnody” diye aramanız yeterli)

1988: ABD yönetimi, toplama kamplarından dolayı Japon asıllı Amerikalılardan resmen özür diledi. Hayatta olan mağdurların her birine 20 bin dolar tazminat ödendi.

2003: ABD, nükleer silah üretildiğine dair yalan raporlarla Irak’ı işgal etti.

2020: Kaliforniya Eyalet Meclisi, toplama kamplarında esir edilen Japon kökenli yurttaşlardan resmi olarak özür diledi.

2023: Atom bombasını yapan ekibin yöneticisi Robert Oppenheimer’ın hayatından kesitler anlatan Oppenheimer gösterime girdi. İnsanlar hemen ikiye ayrıldı: Bir yanda ününü çoğunlukla görsel atraksiyonu bol filmlere borçlu bir yönetmenin abartılı biçimde reklamı yapılan filminden hayal kırıklığıyla çıkan seyirciler, öbür yanda bunun ‘bir atom bombası filmi değil biyografi’ olduğunu, anlamayacaklarsa ya da aksiyon istiyorlarsa gidip Barbie izlemeleri gerektiğini söyleyen Nolan hayranları vardı. Böylece, Nolan’ın bir biyografi için son derece gereksiz 70 mm. film kullanma ısrarıyla, bu yaşam öyküsünde neyin anlatılıp neyin anlatılmayacağına dair tercihleriyle ilgili sorular da basitçe ‘yönetmenin tercihi’ olarak geçiştirildi.

Hollywood standartları bağlamında güzel bir filmdi Oppenheimer. Ama konuya yaklaşımının doğurduğu sorular vardı. Örneğin Oppenheimer’ın kendi ihmalinden dolayı ölen sevgilisi için hüngür hüngür ağlayışını gösteren yönetmen, aynı adamın kendi yaptığı bombayla ölenler için üzüntüsünü neden göstermemişti? Oppenheimer yeterince ‘sinematografik’ üzülmediği için mi, ya da aslında çok da üzülmediği için mi?

Sonra, filmde neden bir tek Japon bile gösterilmemişti? Madem Japonya bu kadar önemli bir güvenlik sorunuydu, neden toplama kamplarına değinilmemişti?

Aynı sorunlara sahip 1947 yapımı filmin zamanlaması kolayca anlaşılabiliyordu. Peki 2023’te yapılan Oppenheimer’ın tarihsel konumu neye işaret ediyordu?

Ne bu soruların yanıtı biliniyordu, ne de Nolan’ın yanıtları bilip bilmediği...