Frankenstein anne oluyor!

Teknolojik gelişmeleri ve bilim-kurgu anlatılarını jinofobik (kadın korkusu) olarak niteleyen düşünürler var. Örneğin sinemada kadının canavarlaştırılması süreçlerini incelediği The Monstrous-Feminine adlı kitabında Barbara Creed, kadın ve tabiatın ‘doğurabilme gücü’ sayesinde erkek akıl tarafından özdeşleştirilerek filmlerde bir korku nesnesine dönüştürüldüğünü söylüyor.

Tabiat ve anadan niye korkulsun ki?! Bilinçdışının öyle acayip akılcılaştırma mekanizmaları var ki, canavar-anne arketipi ve ‘vagina dentata’yla biçimlenen erkek-egemen zihin kendi hadım edilme korkularını derinlerde bir yerde ‘hadım edilmiş erkek’ olarak tanımladığı kadına kolayca yansıtabiliyor. Hadım edilmiş, ama tam olarak değil; bu yüzden ilkel topluluklarda hâlâ kadın sünnetiyle (penise denk geldiği düşünülen klitorisin kesilmesi) görünür hale gelen jinofobi, modern toplumlarda gündelik hayat pratikleri ve anlatılarda ortaya çıkıyor..

‘Tabiat ana’nın kendi değişim süreçlerine aykırı biçimde dönüştürülmesi, eril ve penetratif teknolojik aygıtlarla işlenerek ‘fethedilmesi’ tecavüz olarak da nitelenebilir. Ama başta sinema olmak üzere kitle kültürü anlatıları yoluyla bunun ‘tecavüz’ değil cezalandırma, aşağılama değil ehlileştirme, insanlığın gelişimine (eril kapitalist sisteme) uyumlu hale getirme olduğu söylenir. En kötüsü de senaristlerin, yapımcıların, yönetmenlerin bunu genellikle farkına varmadan yapmasıdır.

Buradan bir diğer aşırı uca, ‘teknofobi’ye ulaşmak hiç de zor değil tabii. Anlatı aleminde ilk ve en iyi örneğini biliyorsunuz: Doğal süreçlere karşı gelerek ölü beden parçalarını elektrikle dölleyip can veren Dr. Frankenstein’ın öyküsü (Mary Wollstonecraft Shelley-1818).

HAL adlı bir bilgisayarın görev uğruna insanları öldürmesi (2001: A Space Odyssei/2001 Uzay Macerası, Stanley Kubrick-1968) ya da devasa bir bilgisayarın insanlığı yok edip geriye bıraktığı beş kişiyi sanal gerçeklikte sürekli işkence ettiği ölümsüz kölelere dönüştürmesi (I have No Mouth and I must Scream, Harlan Ellison-1967) gibi hikayelerle başlayarak, son 50 yılın teknofobik ve jinofobik eğilimleri robot ve ‘yapay zeka’ anlatılarında yoğunlaşıyor. Ana rahmindeki bebekleri (kozalarda uyuyan astronotları) öldüren HAL erdişi (hermafrodit) özelliklerine sahiptir. Böylece, fallik bir bilgi taşına tapınmayla başlayan, ilk uzay görüntülerinde uygarlığı bariz biçimde eril uzay araçlarının dişil araçlara girmesiyle gösteren anlatı, erkeklik dışındaki tüm kimliklerin olumsuzlandığı jinofobik, homofobik, transfobik bir yapıya bürünür.

Ellison’ın öyküsündeyse, kurbanlardan biri kendine BEN adını veren bilgisayarı şöyle tanımlar: “Çoğu zaman BEN’i bir eşya, ruhsuz bir nesne gibi düşünüyorum. Ama geri kalan zamanlarda BEN tam bir canlı, bir erkek canlı… Baba… Ataerkil… İnsanları kıskandığı için böyle. O. Kafayı yemiş bir Baba olarak Tanrı.”

Bu haftanın filmlerinden Upgrade’dede benzer bir tekno-jinofobik durumla karşılaşıyoruz. (Dikkat, spoiler geliyor!) Omuriliği zedelenmiş bir adama hareket edebilmesi için takılan STEM (sap) adlı bir çip, insanın içine yerleştirilen yeni bir canlıya dönüşür. Eril teknolojik süreçlerle ilerleyen dramatik yapı, döllenme ve doğum süreciyle kolayca örtüşür: Yumurtlama-dölleme-fetüs oluşumu-fetüsün büyümesi-doğum = adamın sakat bırakılması-çipin takılması-çipin harekete geçmesi-çipin üste çıkması. Filmin finalinde bu yeni canlı türü (yapay zeka), kendisine taşıyıcılık/annelik yapmış adamı kendi içinde oluşturduğu mutluluk ve huzurla dolu sanal gerçekliğe (rahim) hapseder. Ama bu rahimden doğma olanağı yoktur; bu koza olarak değil, tabut olarak rahimdir…

Peki sonuç? Sonuç şu: Jinofobinin nesnesi sadece kadınlardır, teknofobinin nesnesi sadece erkekler değildir. Upgrade, insanlık bir yazılım yükseltme (upgrade) sürecinden geçse bile bunun böyle olacağını söylüyor. Tabii bu, yazılımcıların kimler olacağına bağlı...