Bütün dünya bir süredir canlı yayında bir şehrin nasıl tahrip edildiğini izliyor. Mümkün olan bütün araçlar kullanılarak şehir, içindekilerin üzerine yıkılıyor. Gazzelilerle birlikte şehrin ölümü için bir küresel mutabakat var sanki. Zira bu ölümün önüne geçmek için ciddi karşı hamleden söz etmek bile zor. Olsa bile tüm karşı çıkışlar, cılız bir ses gibi duruyor.

Şehirler, doğal afetlerin yol açtığı yıkımların dışında, bütün tarih boyunca türlü gerilimlere ve savaşlara tanıklık etmişlerdir. Büyük din savaşları, imparatorluk ilhakları ve sınıf savaşlarının mekanları olmuşlardır. Fakat doğrudan savaşın muhatabı olmalarına dair örnekler herhalde en fazla modern zamanlara özgüdür. Nitekim Nazi faşistlerinin Avrupa’yı kasıp kavurduğu 20. yüzyıl ortalarında pek çok şehir bombalarla birer enkaza dönüştürülmüştü. Kimyasal silahlarla şehirlerin soluğunun kesilmesi de yine o dönemin vak’asıdır. Bir tür şehirkırım olan bu durum ne yazık ki o zamanlardan beri pek çok ülkede deneyimlenmektedir.

Şehirlerin politik sistemler eliyle kırıma uğratılmasının en güçlü nedeni her yerde etnisitelerin miktarını ölçen ve tasfiye etmeyi hedefleyen modern nüfus politikalarıydı. Dünyanın “uluslar” arasında paylaştırıldığı zamanlardan başlayarak hemen her ulus devlet bu politikalara uygun olarak içini ve çevresini dizayn etmeye çabalamıştı. Bunun için sınırları içindeki ‘ötekilerin’ sayısını tespit etmiş ve kendi ‘ulusallığı’ ile uyumlu olmayan ne varsa tasfiye etmeyi, bunu beceremiyorsa sıkı kontrol altında tutmayı ve kimliksel olarak dönüştürmeyi tercih etmişti. Ulusal devlete dönüşemeyen etnisiteler ve onların çoğunluk olduğu şehirler işte bu süreçte savaşların muhatapları haline gelmişlerdi. Etrafımızdan başlamak üzere dünyaya bakalım, bu durumun onlarca örneğini görebiliriz.

∗∗∗

İsrail, görece geç bir zamanda bu modern tahayyüle erişmiş bir ulus devlet oldu ve benzerleri gibi hem içini hem de çevresini sürekli dizayn etmeye çabaladı. Bugün dahi nüfusunun % 20’si Arap olan bu ülkenin içinde ve çevresinde yaşayan “öteki”yi bir şekilde halletmek için oldukça ince politikalar inşa etti. Sürgün-iskan gibi diğer ulus devletlerin uğruna nice mesai harcadıkları ne varsa İsrail tarafından da uygulandı. Zamanla bu coğrafyanın ötekileri olan Filistinliler ikamet ettikleri yerlerden çıkarıldı, kimliklerine işaret eden yerleşmelerin adları değiştirildi. Filistinliler, İsrail ulus devlet inşasının en büyük hedefi ve mağduru oldular.

Şimdi İsrail devletinin nüfus politikası belki de en uç noktasına varmış görünüyor. Bütün göstergeler İsrail’in yayılmasının önünde engel olarak gördüğü ötekilerin şehri Gazze’yi ele geçirmek için daha üst bir strateji geliştirdiğine işaret ediyor. Bu şehrin içindekilerle birlikte yok edilmesi ya da Filistinlilerin Gazze’den çıkarılması bu stratejinin en önemli hedefi olarak dikkat çekiyor. Bu tahayyül şehri yıkmayı ve Filistinlilerin mukim olmadığı şekilde yeniden kurmayı öngörüyor. Bambaşka coğrafyalardaki benzer neredeyse bütün deneyimler de aynı tahayyül çerçevesinde gelişmişti.

∗∗∗

Modern dünyanın kuruluşunda bu nüfus politikaları neredeyse yerkürenin her yerinde büyük bir yıkım ve trajedi üretti. 20. yüzyıl boyunca dünyada yaklaşık ikiyüz milyon insan bu politik tercihlerin neticesinde hayatını kaybetti. Adına “soykırım” ya da “etnik temizlik” denilen kitlesel kıyım deneyimleri bu politikalarla kendine alan buldu. Bugün İsrail’in etnik temizlik yaptığını söyleyen bazı devletler de aslında bu deneyimlerin önceki aktörleriydi.

İsrail, modern dünyanın inşa ettiği nüfus politikalarını en acımasız uygulayan örneklerden biri oldu. Neredeyse kurulduğu zamandan beri “öteki” olarak kodladığı Filistinlileri o coğrafyadan çıkarmak için bir tür ‘sürekli savaş’ içinde oldu. Şehirleri göz göre göre ve tereddüt etmeden yıktı. Devam eden bu deneyim ile İsrail, dünyanın büyük yıkımı anlamına gelen modern nüfus politikalarının, küresel zamanlardaki bir aynası gibi duruyor. Dünyanın bu politikalar ve neticeleriyle gerçek anlamda yüzleşmemiş olmasının da bir ürünü olarak.