Sercan Meriç
sercanmeric@birgun.netGerçeğe yönelik tutku, öfke ve cesareti gerektirir
Çok sayıda işsiz kalan arkadaşlarımız oldu. Tutuklandılar, hapsedildiler ama susmadılar. Üretmeye, yazmaya, çizmeye, anlatmaya devam ettiler. Örgütlenme güçlü olsaydı sansüre, baskıcı, otoriter iktidara karşı çok daha güçlü bir irade ortaya konulabilirdi.
Son yılların en ses getiren haberlerine imza atan Timur Soykan, son polisiye romanı İblis’i Öldür’ü okurlarla buluşturdu. Soykan, bu sefer Türkiye’nin siyasi gelişmeleri ekseninde kurguladığı İblis’i Öldür’de çürümenin fotoğrafını ortaya koyuyor.
Ayrıca Soykan, meslek yaşamını da Barış İnce’nin hazırladığı İyi Gazetecilik İyi ki Gazetecilik kitabında anlattı. İki kitabı da konuşmak için Soykan’ı BirGün TV’de ağırladık…
Yeni bir polisiye roman ile okurların karşısındasın. İblis’i Öldür nasıl hazırlandı? Bunca haberin, dosya araştırmalarının arasında yazmaya nasıl fırsat buldun?
Bu üçüncü politik polisiye kitabım. Aslında üçleme olarak düşünülebilir bu kitaplar. Birincisi Zavallı’ydı. 2003’ten 2013’e kadar dönemi anlatıyordu. Ardından 2013’ten sonrasını anlatan Liste’yi yazdım. İblis’i Öldür de aslında onun devamı. Bu üç kitapta da Türkiye'nin politik atmosferi fonda duruyor. Fethullahçıların ortaklığının devam ettiği bir dönemde yazmıştım ben Zavallı’yı. Orada devlet içinde örgütlenmiş bir yapının gizeminin içinde geçen bir öyküydü. Liste de biraz öyle. Son olarak da gizem ortadan kaybolmuş, sonuçları ortaya çıkmış bir hikâyeyi konu alıyoruz. Asıl hikâyeler polisiye hikâyeler tabii. Şunu düşünüyorum dünyada hayal gücünün ürünü olan komplolara taş çıkartacak bir gerçeği yaşadık. Fethullahçı çetenin devletle örgütlenme biçimi ve o gerçekler, dünyadaki bütün komplo teorilerini solda sıfır bırakacak durumda. Düşünebiliyor musun, iki kişi aynı masada çalışıyor, ikisi de o cemaatten, aynı cemaatin içinde olduklarını bilmiyorlar, darbeden sonra “Sen de mi hizmettensin?” diyerek birbirlerini tanıyabiliyorlar.
Yusuf Demir ve Levent Gündüz isimli iki komiserin serüvenine tanıklık ediyoruz. Bazen Yusuf Demir'in ağzından bazen Levent Gündüz'ün ağzından romanı kaleme almışsın. Bu teknikle yazmaya nasıl karar verdin?
Tanrı yazardan ziyade karakterler hikâyeyi anlatsın istedim. Özgün karakterler yaratmaya çalışıyorum. Hayatın bir hayal gücü ve kurgusu var. Gazetecilik hayatım boyunca bunu öğrendim. Gazetecilik de bir çeşit polisiye macera. Bir cinayeti araştırıyorsun. Polisten, savcıdan öğreniyorsun. Ailesiyle konuşuyorsun. Cinayeti bir şekilde anlamaya çalışıyorsun. Ben kafamda hep kuruyorum, acaba nasıldır diye. Sonra orada konuşurken bir tanık veya aileden birisi bir cümle söyler, “Vay be” dersin. Yazsan, yazamazsın. Sarsılırsın o gerçek karşısında. Hayatın hayal gücü böyledir. Hayattaki birçok olasılık ve olasılığın bir araya geliş biçimi seni hayran bırakır. Bununla ilgili o kadar çok örnek var ki hayatımda… Karakterler çok orijinal olur. İnsan aslında öyledir. Karakterini en iyi anlatan da kendisidir. Kitap da birbirinden farklı ve özgün karakterler olsun istedim. Bu karakterleri de onların dilinden vermek istedim. Yusuf Müdür mütedeyyin bir adam mesela. Onların dilinden, onların hayata bakış yerinden anlatmak istedim. Levent Gündüz ise tamamen hayatla kavgalı, bir derdi olan, bu konuda çok hırçın biri. Tamamen delifişek.
Levent Gündüz’ün isyanı ve Yusuf Demir'in sakinliği karakterlerinin öne çıkan özellikleri. Bu ikisinin birleşimi mi temel kurtuluş formülü?
Bu bir distopya. Biz de bir distopyanın gerçek insanlarıyız Türkiye'de... 2007’deki Timur’u alsanız ve bugüne koysanız ben yaşayamam. Derim ki “Bu nasıl bir iklim, biz nasıl bu hale geldik, bu tehdit, bu siyaset, gericilik, yobazlık, faşizm?” Bunun sırrı tencerede yavaş yavaş kaplumbağayı kaynatmak. Kitapta buna bir öfke var. Levent Gündüz, pişiremeyeceğin kurbağalardan biri. Koca dünyada kendisine bir yer bulamamış bir karakter. Babası şehit bir polis memuru. Babası şehit olmasa teşkilatta da asla duramayacak bir karakter. Çünkü gerçeğe yönelik tutku, öfke ve cesareti gerektirir. Gerçeği ancak öyle koruyabilirsin. Gerçeği koruyamamamızın, bu distopyada aslında yalan içinde yaşamamızın bir nedeni de bu. Yeterince öfkeli değiliz. Levent gibi bir karakteri yalan çemberinde tutamazsın. Ya ölür ya da o süreci dağıtır. Yusuf Müdür tam tersi aslında. Namussuz bir bürokrat da değil. Mütedeyyin. Fethullahçılarla o da ilişki kurmuş ama o arkası çok sağlam olmadığı için tasfiye ediliyor. Küçük bir yere atanıyor. Devlet içinde ezilen bir karakter. Kitabın ana derdi şu; Yusuf Müdür iyi biri değil aslında. Kitap boyunca mütedeyyin olmalarına rağmen Levent'i koruma çabaları, ailelerini koruma çabaları var ama sonuçta bir rehine olayı, yaşam savaşı var ortada. Kitabın sonuna kadar Levent'i çok hırçın, uzlaşmacı olmayan, kişilik problemleri olan birisi olarak düşünebilirsiniz ama Yusuf Müdür ve eşi Necmiye Hanım’la kıyaslamanız gerekecek en sonunda.
Kitaptaki bir ara başlıkla devam edelim: “Para yeter mi itibarı satın almaya?”
Ben mafya, uyuşturucu, suç dünyası, yeraltı dünyası ile ilgili çok çalışan bir gazeteciyim. Bununla ilgili kitap hazırlığım da var. Şunu görüyorsunuz Türkiye'de, itibarı satın alabilirsiniz. Pahalı bir şeydir. Uyuşturucu baronları mesela günlük hayatta büyük bir itibarla yaşıyorlar. Bodrum'a gidiyor, bir loca kapatıyor. Locayı kapattığı anda bütün garsonlara bin dolar dağıtıyor. Yani itibar dediği satın alınabilir bir şey. Yeraltı dünyası bunda çok muktedir. Bunu çok önemser. Bir şu örgütü faaliyetine başlayacaksa önce itibarı satın alır. Bunu sergiler, sergilemek konusunda da çok cömert olmak zorunda. Kitapta İblis karakterinde gördüğümüz de o; ne kadar kirli olursa olsun, kirli olduğu ne kadar bilinirse bilinsin kendisine parayla çok saygın olduğu ortamı inşa edebilir.
Barış İnce’nin seninle hazırladığı İyi Gazetecilik, İyi ki Gazetecilik isimli söyleşi kitabında, “Bazen öfkeden kuduruyorum” diyorsun. İblis’i Öldür’ü kaleme alırken de öfkeden kudurduğun oldu mu?
Bu kitaptaki herkes anti-kahraman. Kitapta kimi seviyorsun desen, aslında Levent karakterini seviyorum. Ancak öfkeden kuduruyorum gerçekten. Bu kitapta da çok etkilendiğim şeyler oldu. Adalet, sosyal hayat için insanın uydurduğu ve toplumsal yaşam için zorunlu olan bir kavram değil. Adalet bir duygu. Adaletin yokluğu gerçekten insanı yer bitirir. Türkiye'de seçim yaşadık. Aklımda en çok yer tutan cezaevinde yatan arkadaşlar oluyor. Can Atalay, Tayfun Kahraman, Mücella Yapıcı, Çiğdem Mater, Osman Kavala, Selahattin Demirtaş, Diyarbakır'da tutuklanan gazeteci arkadaşlar… Bir çocuğunu kaybeden anne Mısra Öz, ailesini kaybeden Emine Şenyaşar… Adaletin yokluğu insanı gerçekten öfkeden kudurtur. Gerçekten çürüyor bir toplum. Susurluk kazasından sonra bunun siyasi bir sonucu oldu. Türkiye öyle ya da böyle bir siyasal İslam denklemine geçti, ama bir değişim arzusu ortaya çıktı. Son seçimde bu mafya düzeni de toplumda bir dönüşüm, bu bataklıktan çıkış işareti vermedi. Şimdi bu kirliliğin içinden nasıl çıkacağız? Polis korumasıyla gezen uluslararası uyuşturucu baronu olan bir ülke, bununla yüzleşmiyorsa bu ülke nasıl kâbustan çıkabilir? Bu kitapta da İblis’in ana felsefesi “Kötü kazanır” diyor. Kötü olmanın kuralsızlığında her zaman başarabileceğine inanıyor. Hatta kendi içinde bir iyilik, bir merhamet gördüğünde onu yok etmek için uğraşıyor. Ben İblis karakterinin Türkiye'nin bu dönemine benzediğini düşünüyorum.
Uzun yıllardır gazetecilik yapıyorsun. Birçok kurumda çalıştın. İyi Gazetecilik İyi ki Gazetecilik kitabında “Aktivist gazeteci olmak istemiyordum ama şartlar buraya getirdi” diyorsun. Gazetecilik nereye doğru gidiyor?
Ben meslek hayatımı iki bölüme ayırıyorum. Yani ilk 10 yılı ve ikinci 10 yılı olarak. Türkiye’de hiç sansürsüz bir durum olmadı. 20 küsür yıl merkez medyada çalıştım. Sendikalıydım çoğunda. Bir kere merkez medyada yetkili sendika, toplu sözleşme olmadı. Aydın Doğan’lar, Dinç Bilgin’ler sendikayı gazetecilikte yerle bir etmişti. Onun bedelini de çok ağır ödedik. Örgütlü olsak daha iyi direnebilirdik. Hatta ben şunu bile düşünüyorum. Aydın Doğan bu sendikasızlaştırma sürecinden pişman bile olmuş olabilir. Belki sendika olsa gazete o da ağlayarak gazetelerini satmak zorunda kalmazdı. Ama şunu hatırlıyorum, sendikadan nefret ederdi. Zaten hepimiz biliyoruz artık sansürü, baskıyı. Gazetecilik meslek olarak bu süreçte aslında o kadar da kötü sınav vermedi. Alternatif mecralar yaratılarak gazetecilik devam ettirildi. BirGün’de de hep birlikte bunu yapıyoruz. Bu konuda çok özverili çalışan arkadaşlar var. Çok sayıda işsiz kalan arkadaşlarımız oldu. Tutuklandılar, hapsedildiler ama susmadılar. Üretmeye, yazmaya, çizmeye, anlatmaya devam ettiler. Örgütlenme güçlü olsaydı sansüre, baskıcı, otoriter iktidara karşı çok daha güçlü bir irade ortaya konulabilirdi. Bir de bir kesim var, deli olmamak elde değil. Adam çıkmış diyor ki: “Merkezde duruyorum.” Ülkede medya kalmamış. Sansürden ortalık yıkılıyor. Gazeteciler hapsediliyor. Gazeteler Saray’a gönderilip onay alıyor. Bütün televizyonlarında aynı anda lider konuşuyor. Ülkenin Hazine ve Maliye Bakanı olan Cumhurbaşkanı'nın damadı istifa ediyor, 29 saat haber koyulmuyor. Utanmadan gelip “Biz ortada duruyoruz, tarafsız gazeteciyiz” filan diyorlar. Ülkede medya can çekişiyor. Bir grup bütün kamunun ihaleleri aktarılarak ayakta tutuluyor. Bir kesim RTÜK'le, Basın İlan Kurumu'yla ezilip yok edilmeye çalışılıyor. Çok açık bir şey var. Bir tarafta çok büyük kısmı iktidar kontrolünde olan bir medya var. Bir tarafta da ona gerçekten çok özveriyle direnen bir medya var. Evet, taraflı olacaksın zaten. Her şey yok edilirken ortada duracaksan zaten durma. Gazetecilik budur zaten. Mesleğin tanımı da budur.