Bana öyle geliyor ki, bu dünyada yaşayan herkes birer travma mağduru. Televizyonlardan ya da sosyal medyadan üzerimize boca edilen masum insanların korkunç acılar çeken görüntülerine duyarlı olmak da duyarsız kalmak da benzer bir etki yapıyor, lanetleme ve kutsama arasında gerçek parçalanıyor. Bu parçalanmayı daha da derinleştiren ise, çaresizlik. Yaşanan herhangi bir acı olay ya da adaletsizlik karşısında bir şey yapamama, yapılsa bile bir işe yaramayacağı düşüncesi, herkesi gerçeğin yetimine dönüştürüyor. ‚Gerçeğin yetimi‘ ifadesine, yakınlarda Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan ‘Travma ve Ruh’ adlı psikanalist Donald Kalched’in kitabında rastladım, o da James Grotstein‘ın kitaplarında rastlamış. Geniş yığınlar, suçluluğu ve utancı nesnel olarak kabul etmeden, yani gerçek ıstıraplarla yüzleşmeden o toplumsal canlanma mümkün olmayacak.

MAHZEN

Şöyle yazmış Kalched, gerçeğin yetiminden bahsederken: „Travma mağduru için insanlık durumunu kabul etmek mümkün olmamıştır; çünkü onun bu ‚kolaylaştırıcı bir çevrede‘ (Winnicott) bile yeterince zor gerçekleri, mağdurun tarif edilemez derecede acı verici duygulanım deneyimini özümseme kapasitelerini sarsmış ve bu nedenle dissosiyatif savunmalarının oluşmasını gerektirmiştir. Tam bir Cehennem yaratılır, mahzeninde hayatın potansiyelinden bir şeyler muhafaza edilerek daha fazla acıdan korunur; ancak bunun bedeli şiddetle parçalanmış bir iç dünyadır. Tüm deneyim parçalanır ve ruh ‚Şeytana satılır‘: Bu şekilde insanlık durumunun gerçeklerinden kaçınılır ve mağdur, Grotstein‘ın terminolojisiyle ‚Gerçeğin Yetimi‘ olur.“

MEPHİSTO

Herkes kendi mahzeninde bir şeyleri muhafaza etmekle meşgul; fırsat bulan da para, güç, ün vs için ruhunu şeytana satmakla... Ruhunu Şeytan’a satmak denilince akla Goethe’nin ‘Faust’u gelir genellikle. Şeytan bir metafor olarak düşünüldüğünde, dünyanın hazlarına ulaşmak, bilgiye ve güce ulaşmanın bu kestirme yolunun günümüz tüketim toplumunda bir karşılığı olduğu çok açık. Faust da Şeytan’la anlaşma yaptığında gençlik ve güzellik elde etmişti. Faust‘un pek çok esere esin vermesi de boşuna değil. En çarpıcı olanların başında Istvan Szabo‘nun 1981 yılında yapmış olduğu ‚Mephisto‘ filmi. Szabo, Klaus Mann‘ın romanından uyarladığı bu filmde, tiyatro oyuncusu Höfgen‘in ruhunu nasıl Nazi iktidarına sattığını hicvederek anlatır. Höfgen, filmin sonunda artık kim olduğunu bilememektedir ve Kalched’in yazdığına göre asıl cehennem böyle başlar.

DÜNYANIN DIŞI

İnsanlık durumunun gerçeklerinden kaçmak imkânsız bir uğraş. Kalched‘in kitabını Paul Eluard‘ın bir dizesiyle bitirişi de çok anlamlı:“Başka bir dünya vardır; fakat o bu dünyadadır“. Bu dünyadaki başka dünyayı, ancak tüm acı vericiliğine rağmen gerçekliğe dönerek keşfedebiliriz. Gerçeklik ise, Jung‘un kitaplarında dile getirdiği gibi, insanın dünyaya bütünlüklü bakabilmesiyle kendisini gösterir. Jung, daha 1959‘da, insanın dünyanın bütünlüğü hakkında bilgisizliğinden şikâyet ediyordu. İnsanlık tarihinin her döneminde dünyanın bütünlüğü hakkında genel bir öğreti veya doktrine sahip olunduğunu, bu öğretinin de her zaman etik ve felsefi bir yönü olduğundan bahsediyor. Gerçekliğin bu parçalanmış hali, Rollo May‘in ‚Kendini Arayan İnsan‘ adlı kitabında yazdığı gibi, insanı dünyanın dışına doğru iter. Şöyle yazmıştı May: “Birey, iç dünyasında neler olduğunu tam olarak bilemediği zamanlarda, çareyi etrafına bakınıp başka insanlarla bağlantı kurmakta arar.” Bu da hareketin hızına kapılmış, hiçbir insana ya da işe ve yaşam alanına bağlanamayan, hiçbir sorumluluk altına girmek istemeyen bir bireyselliğin inşasına neden oldu. Z kuşağı diye tarif edilen bir gençle konuşurken, ona neden toplumsal sorunlara ilgi duymadığını sorduğumda bana şöyle demişti: „Üzülmek istemiyorum. Çünkü kendinden başka hiçbir şeyi değiştiremezsin“ diye yanıt vermişti.

Bu uygarlığın en önemli sorunu, kendini sorgulamayı bırakmış olması. Eluard‘ın şiirindeki gibi, „Başka bir dünya vardır; fakat o bu dünyadadır“... Bir gün bulacağımız umuduyla...