Çok sık kullandığımız tabirlerden biridir, “gına gelmek”...

Arapça, “ganiye” (çok, fazla, bol) anlamına gelen sıfatından kaynaklı bir sözdür. “Fazla geldi... Yeterinden fazla... İhtiyaç sınırını aştı...” anlamlarında kullanırız. 

Her ne kadar, siyasette, ekonomide ve hukuktaki ciddi sorunlarımızdan, hattâ kriz boyutlarındaki sorunlarımızdan söz etmenin bu konuda yazıp çizmenin, konuşmanın “ihtiyaç fazlası” diye bir şey söz konusu değilse de, bu köşede haftalık yazı yazan biri olarak, hep aynı mevzuların etrafında dönüyor gibi görünmek de sıkıcı olabiliyor. 

Tabii ki, siyasetteki seviye düşüklüğünü yazmaya devam edeceğiz. Elbette, aralarında meslektaşlarımızın da bulunduğu milyonlarca vatandaşa reva görüyen hukuksuzlukları, Merdan’ın, Barış’ın, Can’ın ve bilcümle adalet mağdurunun esaretlerini yazmaktan yorulmayacağız. Şüphesiz ki, emekçinin, emeklinin ezim ezim ezilmelerini, sömürü düzenini konu etmeye çaba göstereceğiz. 

***

Ama gelin, bugün de biraz “doğal” ama çaresi olan belâlara karşı neden hep savunmasız ve hazırlıksız lakalandığımız meselesi üzerinde duralım. 

Çanakkale’deki orman yangınları vesilesiyle, bir kez daha başımızdaki bu kaçınılmaz derdi, Doğu Anadolu’da hâlâ “kabus gibi gezinen” irili ufaklı depremler vesilesiyle, daha hâlâ enkazları gözümüzün önünde duran deprem yarasını hatırlatmış oldu, “Tabiat Ana” bizlere. 

Üç beş gün sonra aniden bir yerlerden (dileriz yaşanmaz ama hepimiz biliyoruz yaşanacağını) sel baskını, taşkın felâketi haberleri gelecek, eminiz.

Yine, dünyanın dört bir yanından bilim - sağlık kuruluşlarından gelen haberlere bakılırsa, kışa doğru yine yeni bir pandemi olasılığı ile karşı karşı kalacağımız anlaşılıyor. COVID’in (ölümcül olmasa da) başka bir varyantının dişlerini göstermeye başladığı bildiriliyor. 

Hepsinin ortak yönü, doğal yani kaçınılmaz, ama çıkışını önleyemesek bile çaresi ve sonuçlarının asgariye indirilebilmesi mümkün şeyler olmasıdır. Her ne kadar adlarına ortak bir sıfatla “felâket” diyorsak da, “felâket boyutunda yaşanmaması” insanoğlunun elinde olan olgular bunlar. 

***

Örneğin deprem... 

Yer kabuğunun farklı seviyelerde, farklı nedenlerle ve farklı büyüklüklerde hareketlenmesine mani olacak gücümüz yok. O halde, insanoğlunun yüzlerce hatta binlerce yıllık birikimi ile oluyturduğu önlemleri harfiyen uyguladığımız, yani depreme dayanıklı yapılar inşa ettiğimizde bunun yıkımını ve insani maliyetini en aza hatta sıfır seviyesine indirgemek mümkün mü? Tabii ki mümkün? 

O zaman niye yapmayız? Niye yapanlardan örnek almayız? 

Bunun da cevabı malum. 

Kapitalizm denen “asıl büyük felâket/belâ”, her türlü sorunun çözümüne olduğu gibi buna da “kar – zarar – maliyet” zaviyesinden baktığı için. İnsan hayatına değil de kasasına, kesesine, cüzdanına, bilançosuna önem verdiği için. 

Orman yangınları meselesi de öyle. 

2 sene önce, Cumhuriyet tarihinin bu konuda en ağır faturasını ödememize yolaçan büyük bir felaketi neden yaşadığımızı hatırlayalım. Siyasi çekişmeler, kısır tartışmalar ve yönetenlerin sığ bakış açısı nedeniyle elimizdeki yangın söndürme filosu imkânları neredeyse “sıfır noktasına” yakın olduğu için, göz göre göre yurdun dört bir yanında milyonlarca ağacımız (canlı varlığımız - milli servetimiz) cayır cayır yandı. 

Biz de, öylece izledik. Evet “öylece...”

Yurtdışından milyonlar harcanarak kiralanan söndürme uçakları da çok marjinal bir etki ile belirli yerlere yetişebildi. Sadece yayılmasını biraz önlemiştir. 

Sebep?.. “Aman abi, sırf yangın söndürmeye yarayan uçağı ne yapacağız? Bize VIP gezdirmesi için, hükümdar kullanımı için uçak lazım” anlayışı. 

Yalan mı? 

Çare?.. 

Bu anlamda hazırlıklılığı sadece “söndürmeye” odaklı değil, aynı zamanda yangın çıktığında (ki çıkacak, çaresi yok- dünyanın her yerinde bu mevsimde çıkıyor) mümkün olan en zor ve az yayılabilmesi için gerekli orman mühendisliğini hayata geçirmek. Bunun evrensel anlamda bilimi, yöntemi, çaresi mevcut. Bir yandan da, hızlı ve etkili biçimde müdahale edebilecek söndürme filosunu temin etmek. Emin olun, Cumhurbaşkanlığı bünyesindeki toplam uçak envanterinden daha ucuza malolabilir. Hatta, mevcut bazı askeri – kargo uçaklarının “modifikasyonu” ile bile çareler çeşitlendirilebilir.

Sel faleketlerini hatırlayın (maalesef doğa sık sık hatırlatıyor)...

Mevcut yapı stokunun hızla gözden geçirilip, selden etkilenebilecek yerleri “işaretlemek” ve buralara dönük tavizsiz yeni imar planları yapmak bu kadar mı zor? Her defasında, “Size kaç kere dedik, dere yatağına...” diye ağlaşmaktan bıkmadık mı? 

Görünen o ki, bıkmadık. Bıkmıyoruz. 

Sağlık anlamında da, yaşadığımız COVID pandemisinden ne öğrendik? Ne kadar öğrendik? Öyle görünüyor ki, dirayetsiz yönetim yüzünden zaten çok başarısız bir sınav verdiğimiz pandemi konusunda hâlâ bazı akl-ı evvellerin “Aşı zararlıymış abi, kalp şeysini şeydiyormuş” gibi zekâ yoksunu ve bilim dışı tartışmaların girdabında debeleniyoruz. Bir maskenin bile, kapalı alanları yeterince havalandırmanın bile, en azından elimizdeki “epidemiyolojik verileri” bile iyi saymanın ve değerlendirmenin bile, milyonlarca insanı nasıl koruyabildiğinin farkına varmadığımız anlaşılıyor. 

Bunları yapmayacaksınız...

Doğanın bize defalarca yaptığı uyarıları kulak ardı edeceksiniz.

Şu lanet olasıca “Bişi olmaz ağbi” zihniyetine esir düşeceksiniz.

Sonra da her (pekâlâ önlenebilir) felaket sonrası cenaze törenlerinde (insanların, ağaçların ve binaların) dizlerinizi dövmeye devam edeceksiniz. 

Peki, bundan hiçbirimize “gına” gelmedi mi? 

Biz buna, kısaca “Türkiye” diyoruz.