Aylar sonra ilk defa balıkçı kahvesine gittim, önceki yıllarda yazılarımda sık sık bahsettiğim mekâna.. Geçen yıllar içinde kahvehanenin müdavimi olan pek çok balıkçı kaybolmuştu, bazıları ölmüştü, bazıları yaşlılıktan kendini emekliye ayırmıştı, bazıları çoluk çocuğa karışıp karada iş bulmuştu. Eskiden radyo açık olmadığında televizyonda haberler dinlenir ve herkes bağıra çağıra yorum yapardı. Şimdi radyo hep kapalı ve televizyonda gündüz kuşağında yer alan tuhaf ve acıklı aile dramlarının işlendiği reality şovlar var. Arada belgesel kanalı da açılıyor.


Eskiden Macit Amca, masasında Fransızca sözlüğü ve tarih kitaplarıyla her şeyi yukarıdan izleyen bir bilge gibi otururdu. Bu köşede, 2014 yılında onunla ilgili şöyle yazmışım: “Macit Amca, her zamanki gibi çay ocağının yanındaki masada tek başına oturuyordu, önünde kitaplar ve o kocaman siyah defteriyle. O siyah defterin içinde neredeyse bütün bir hayatı gizliydi. Torunlarının fotoğraflarından okuduğu kitaplardan alıp yazdığı hoşuna giden sözlere kadar, bütün hayatını o devasa defterde biriktiriyordu Macit Amca.” Şimdi o masa boş. Palavra Basri de yok ne zamandır. “Eskisi kadar balık yok. Havalar da şaşırdı iyice. Ama balıkların yokluğu ile havaların bozulması birbiriyle alakalı şeyler. Balıklar azaldıkça havalar daha bozacak. Havalar bozdukça, insanların ruh hali daha kötüye gidecek. Her şey birbiriyle alakalı anlayacağın. İnsanların çoğu bunun farkında değil. Nasıl huzurlusun diye soruyorsun. Deniz, balıkçıyı eğitir. Balıkçı, doğayla savaşarak değil, uyum göstererek yaşayacağını öğrenir denizden. Biz de denizdeki balıklar gibiyiz sonuçta” diyen Cavit Abi de uğramıyor kahvehaneye.

***


“Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar / Ve dağılmış pazar yerlerine memleket…” diye yazan Edip Cansever’in şiirini hatırlıyorum. Yağmalanmış ve sanki her şey terk edilmiş gibi… Osman Abi o meşhur gaz lambasını çıkarmış, elektrik faturası geldiğinden beri. Çay ocağının yanındaki Macit Amca’nın masasına ileride ben yerleşirim belki diye düşündüm, daha çok var, ama neden olmasın. Sanki yanımda o oturuyormuş gibi hissediyorum. Bana şöyle derdi muhtemelen: “Yeni bir bireycilik peydahladı evlat. Böyle değildi eskiden. Tamam, eskiden de zulüm vardı, acı vardı, ama insanları bir arada tutan bir bağ da vardı. Küreksiz, motorsuz, dalgaların insafına bırakılmış bir kayık gibi…” Evet, yeni bir bireycilik peydahladı. Yeni özne, kendi kendisinin yaratıcısı gibi hissediyor, referans noktalarını yitirmiş, kendisi dışındaki değerlerle özdeşlik kurmayan, değerleri ve erdemleri o anki faydasına göre ele alan… O görünmez bağlar, bu balıkçı kahvehanesini, dostlukları, en önemlisi aidiyet duygusunu yaratıyordu.

***

Kaygının bireyleri bu denli zayıf yakalamasının nedeni de bu, çünkü bu görünmez bağlar olmadığında kişi dünyayla iş göremez, başkalarıyla nasıl ilişki kuracağını bilemez, iyicil ve kötücül fantezilerin içinde kaybolur. Benliğini oluşturan parçaları bir bütün olarak tutan bağlar kopmuştur. Kendi anılarının parçalarından, kendisine empoze edilen değerlerden bir kendilik inşa etmeye çalışır. Sosyal medyada yeni bir imaj yaratarak… Etrafındakilerin kabul edebileceği bir kendilik, Winnicott’un ‘sahte kendilik’ dediği şeyle… Winnicott, hakiki ve olgun kendiliğin demokrasinin sürdürülebilirliği açısından önemli olduğunu, çünkü demokrasinin tek tek bireylerde gerçekleşen ve herkesin sorumluluk alabildiği bir düzlemde mümkün olacağını iddia ediyordu. Sahte kendilik, bu açıdan demokrasi karşıtıdır, onu kendi amaçları için bir araç olarak gören güçleri tatmin etmeyi amaçlayan cansız bir boyun eğme maskesidir. Bu boyun eğme maskesi, bireyin varoluş çizgisindeki sürekliliği bozar, olgunlaşmasını ve derinleşmesini engeller. Bireylerin kendilerini gerçekleştirebilecekleri çevresel koşulları yaratacak ya da bozacak olan da siyasettir. Bugün dağılmış pazar yerleri gibi memleket… Ama bugünler de geçecek…