Gucci Ailesi ve Karadul
Savruk anlatımı, yapmacık duran yanları, abartılı ve tuhaf oyunculuklarıyla, Gucci isminin verdiği kalite hissinin bile çok uzağında kalan bir film bu.
Harika yönetmenlerin iddialı yapımları sırayla şok etkisi yaratmaya devam ediyor bende. Geçtiğimiz hafta vizyona Spencer filminde, Pablo Larraín gibi saygın bir yönetmenin böylesi kötü bir final sahnesini kendisine layık gördü hala anlayabilmiş değilim. Koskoca film adeta Amerikancı ve hayvanlara gaddarlığı ile tanınan KFC’nin reklamı gibi kalakalmıştı. Bu hafta da Ridley Scott’un yönetmenliğini üstlendiği Gucci Ailesi (House of Gucci) ile yarattığı hayal kırıklığı eklendi.
KİTAP KÖTÜ OLUNCA
Yıldız isimleri buluşturan Gucci Ailesi filmi, İtalyan moda devi Gucci’nin arkasındaki ailenin, 70'lerin sonundan 90'ların ortalarına kadar olan yaklaşık yirmi yılı kapsayan gerçek hikayeye odaklanmakta. Film, moda gazetecisi Sara Gay Forden'ın, 2001 tarihli aynı isimli kurgusal olmayan kitabından uyarlandı. Kitap da film de, 27 Mart 1995'te, Maurizio Gucci’nin Milano'daki ofisine yaklaşırken kimliği belirsiz silahlı adam tarafından öldürülmesi ve basın tarafından "Karadul" (The Black Widow) lakabı verilen Maurizio’nun eski eşi Patrizia Reggiani Martinelli’nin 1998'deki bu cinayeti düzenlemekten 29 yıl hapis cezasına çarptırılmasına giden hikaye üzerine kurulu. Patrizia eski kocasını, harcamaları çılgınca kontrolden çıktığı için mi öldürttü? Yoksa kocasının, yeni sevgilisi Paola Franchi ile evlenmeye hazırlandığı için mi onu öldürttü? Veya hiç yapmamış olma ihtimali var mı? soruları kitabın okuması en zevkli, en ilgi çekici kısımlarıydı. Yani Maurizio Gucci'nin aile dramının verildiği ve cinayete giden alanlardı. Kitap gibi filmde de izleyiciyi aşağıya çeken ve kitabın/filmin daha büyük kısmını oluşturan kısımlar ise Gucci’nin iş tarihi ve yan hikayelerdi. Kitabın yazarı Forden’ın hikâyeyi anlatırken yoldan çıktığı alanlar çok fazlaydı. Bunlardan en barizi Tom Ford'un Gucci için nasıl çalışmaya başladığını anlatırken, onun kişisel tarihini aktardığı yerlerdi. Oldukça ilginç olsa da, hikayeyle çok ilgili görünmüyordu.
GUCCİ BY TOM FORD
Günümüzde lüks marka konumlandırma stratejileri incelendiğinde sektörde piyasa değeri diğerlerinden çok daha yüksek olan birkaç markadan biri hala Gucci. Diğerleri hangileri diyecek olursanız, Hermès, Chanel ve Louis Vuitton.
Gucci’yi diğerlerinden ayıran en önemli özelliği tarihsel geçmişi ve tasarımlarının tonu ile yaratmış olduğu arketip. Bu bir dil aslında ve Gucci’nin kabul edilen dilini en iyi anlatan sıfat ise “kışkırtıcı”. İşte Gucci’nin bu kışkırtıcı dilini başlatan isim ise, dönemin Gucci marka kreatif direktörü olan Teksaslı bir tasarımcı yani Tom Ford. Gucci’nin 2015’ten beri CEO'su olan Marco Bizzari marka stratejisini değiştirene kadar da bu kışkırtıcı dilin devam ettiği söylenebilir. Aslında bakarsanız, kitabın bu bahsettiğim en zayıf noktası benim için filmi izlerken en merak içinde beklediğim yanı idi. Ridley Scott’un Tom Ford’un egzantirik karakterini ve eşsiz sanatkarlığını bizlere çok iyi geçireceğini düşünüyorudum. Üstelik A Single Man ve Nocturnal Animals gibi iki harika filmi sinemaya kazandıran bu isim, 1990’dan 2004’e kadar Gucci’de yaptıkları lüks moda dünyasında devrim yaratmıştı. Ancak ne yazık ki bir sinema filminden ziyade bir telenovela (Latin Amerikan televizyon melodramı) izlediğimi anladığım noktada Tom Ford gibi bir karakterin bile karikatürleşmiş hali ile filmde bir ürün yerleştirme iğretisiyle kalakaldı.
MELODRAMLARDAN KAÇAMAYINCA
Telenovelanın bariz özelliklerine bakacak olursak, karakter çokluğu, konulardaki çeşitlilik, sahnelerdeki apansız bölünmeler ile karakterlerin dönüşümlerinin muğlaklığı yani karakterin ne zaman ne yapacağını belirsizliği, olarak özetleyebilirim. Hikayede ana karakterliği tartışmalı olan karakterimiz Patrizia Reggiani'nin (Lady Gaga) alt sınıftan biri ve onun Maurizio Gucci (Adam Driver) ile tanışıp evlenmesi ile Maurizio’nun babası Rodolfo (Jeremy Irons) tarafından reddedilmesi hikaye için çok güçlü bir meseleyken geçiştirilmişti. Bundan da savruk bir şekilde Maurizio ve Patrizia’nın Maurizio'nun amcası Aldo (Al Pacino) ve kuzeni Paolo (Jared Leto) ile düşman olmaları amaçsız, sevimsiz ve suni duran bir gelişme olarak kalıverdi. Basın gösteriminde yanımdaki kişiler yerli yersiz sürekli güldü. Bu gülüşmeler zaten ne izlediğimi kafamda henüz tam oturtamadığım filme dair tuhaf bir güvensizlik de yaratmaya başladı. Belki doğru ellerde bir cevhere dönüşebilirdi bu hikaye. Ama neticede, bir moda gazetecisinin, gazetelerden herkesin bildiği popüler bir konuyu, biraz araştırarak kitaplaştırması ve fazla yersiz övülmesiyle başlayan bir serüvendi bu. Böyle bir kitaptan da ancak bu denli tutarsız bir senaryo çıkmış. Yönetmen de bu kaynakların melodram ağlarından kaçmayarak, kendine has derinliği hikayeye, karakter motivasyonlarına, ilişkilerine, geçtiği döneme dair geliştirmediğinden dolayı tuzağa düşmüş. Savruk anlatımı, yapmacık duran yanları, abartılı ve tuhaf oyunculuklarıyla, Gucci isminin verdiği kalite hissinin bile çok uzağında kalan bir film bu. Adam Driver sanki başka bir filmdeymiş gibiydi, Al Pacino sete başka bir Al Pacino yollamış gibiydi, Jared Leto slapstick komedyen gibi takılıyordu, Oscar söylentileri ile anılan Lady Gaga’nın ise bu ödülü alabilmek için daha iyi bir filme muhtaç olduğu kanaatindeyim.