Geçtiğimiz Cumartesi günü Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesinde, İmre Azem’in “Hatay: 17-24 Nisan” isimli belgeselinin gösterimi vardı. Neredeyse depremin ilk gününden beri en çok konuşulan kenti; Hatay’ı konu ediniyordu. İmre Azem, 12 yıl önce Ekümenopolis’i yapmıştı. Tam da o çalışmaya katkıda bulunanlardan Mücella Yapıcı’nın dediği gibi “eşiklerine ulaşmış kentler”den biri olan İstanbul’un yıkım-“yapım” denemelerine odaklanmıştı. O yıllarda (şimdi de devam ettiği gibi) İstanbul’un ‘para edecek’ mekanları, bir kentsel gerekçe ileri sürülerek radikal bir şekilde yıkılıyordu. Merkezi ve yerel yönetimin işbirliği içinde kente büyük müdahalenin kazananları ve kaybedenleri oluyordu. Aslında kaybedenlerin başında da herhangi bir toplumsal grubun yanı sıra, kentin kendisi geliyordu. Çünkü bu yeni politik algıda İstanbul, artık tüketicileri tarafından nasıl istifade edileceğine konu olan bir ‘yatırım aracı’na dönüşmüştü.

Kentlerin çok görünen ama az konuşulan bu özelliklerine odaklanan İmre Azem, bu kez insanın değil, doğanın yıktığı bir özgün kente odaklanmıştı. 6 Şubat 2023’de ardarda meydana gelen iki büyük deprem, bölgedeki diğer şehirlerle birlikte Hatay’ı da büyük ölçüde yıkmış ve üzerinden 2,5 ay geçmişti. Kent adeta sessizce “akıbetini” bekliyordu. Kentin özellikle tarihi kimliğini oluşturan bir bölgesinin “riskli alan” ilan edilmesi ise bu beklentiyi daha da belirsiz ve karmaşık hale getiriyordu. Hatay için tarihsiz bir yeni gelecek kaygısı iyice artmış görünüyordu.

***

Hatay, kültür mirasındaki çeşitlilik bakımından, Türkiye’nin sosyolojik manzarasında özgün nitelikleri olan bir yerdir. Bu nitelikler ilgili literatürde genellikle “Hatay’ın demografisi” olarak ifade edilmiştir. Gerçi her yerin kendine özgü bir demografisi vardır ama Hatay’ın özgünlüğü, bu ülkenin değişen demografisinde, bir ölçüde korunabilmiş olmasındandır. Hatay her zaman farklı kimliklerin şehri olmuştur ve şimdi de öyledir.

Hatay’ın demografisine konu olan bu nitelikleri, etrafını kuşatan devletlerin kayıtlarında izlemek de mümkündür. Bu devletler şehrin kimliksel çeşitliliğiyle her zaman ilgiliydiler. Çünkü modern hayat bu kimlikler esas alarak kuruluyordu. Türkiye’ye dahil olma sürecinde ve sonrasında da bu ilgi değişmemiştir. Orada yaşayan kültürler; bilhassa Müslüman olmayan, Müslüman olup Türk ya da Sunni olmayan topluluklarla ilgili raporlar sıklıkla resmi kayıtların konusu olmuştu.

***

1940 yılında genel nüfus sayımı yapıldığında Hatay, artık Türkiye’deki idari sistemin içindeydi ve nüfusu 246.138 olarak görünüyordu. Ama yine de nüfusun niteliklerine dair bir ilk sayımı verileri kayıtlara girmemişti. Bu veriler ancak 1945 yılı nüfus sayımında yer alacaktı. Bu verilere göre Hatay nüfusu 254.141 idi ve bu nüfusun 99.669’u anadilinin Arapça olduğunu söylemişti. Anadili Arapça olanların sayısı 1955 yılı sayımında 132.128’e, 1965 yılı sayımında 148.072’ye çıkacaktı. Buna karşın anadilini Türkçe olarak belirtenlerin sayısı 1945 yılı nüfus sayımında 150.130 olarak görünüyordu. Aynı sayımda 2.751 kişi ana dilinin Kürtçe, 583 kişi Çerkesçe, 445 kişi Rumca ve 329 kişi de Ermenice olarak beyan etmişti. Kuşkusuz Hatay’ın dilsel çeşitliliği bu verilerle sınırlı değildi. Kayıtlara göre anadili Abhazca, Acemce, Arnavutca, Boşnakca, Gürcüce, Kıptice, Sırpça, Macarca, Pomakça, Tatarca olan gruplar da bu şehirde yaşıyordu. Bütün o gerilimli süreçte Hatay’ın yerli nüfusundan başka ülkelere ve şehirlere gidenler olduğu gibi, devlet desteğiyle başka ülkelerden ve şehirlerden Hatay’a gelenler de olmuştu.

***

Türkiye kamuoyunda Hatay demografisindeki çeşitliliğin korunmasına dair bir örtük toplumsal mutabakat vardır. Bu mutabakat Hatay’ı, her kültür-kimlikten insanların kendinden iz bulduğu bir alan olarak, aidiyet kurmaya imkan sağlamaktadır. Günümüz dünyasında bu özellik şehirlerin inşa etmeye çalıştıkları bir politik hedeftir. Hatay ise zaten bu hedeflerin şehridir ve her şeye rağmen bu özelliğini bir ölçüde korumuştur. Tam da bu mutabakat nedeniyle şehrin endişeleri de ortaktır: Şehrin demografisi ve onun maddi görünümü olan kültürel mirası korunacak mıdır? Yoksa bütün bu miras, bir tür “moloz” olarak şehrin dışında bir yere mi atılacaktır?