Belki de hayatlarımız halihazırda zaten o kadar Black Mirror ki, 2011’de kolektif huzursuzluklarımızın kara aynası olarak hayatımıza giren, gönül verdiğimiz bir yapımdan beklentilerimiz de yükselmiştir.

Hayatlar zaten Black Mirrorken
Fotoğraf: Netflix

Yaratıcı senarist Charlie Brooker’ın uzun zamandır beklenen İngiliz tekno-distopya dizisi “Black Mirror” gelecekte olacakların ekranlardaki en doğru temsilcisi oldu bana kalırsa. İçerisine küresel bir salgın sıkıştırdığımız geçen dört senenin ardından en çok bu yapımın yeni gelecek tahminlerini merakla bekledik belki de. Tekno-paranoyayı tetikleyen, gerilimli özgün dramalar içeren, karanlık ve satirik antoloji dizisi Black Mirror, aslında döneminin fenomeni olan "Alacakaranlık Kuşağı"nın kolektif huzursuzluktan yararlanan öykülerinin çağdaş uyarlaması gibi de düşünülebilir. Black Mirror’ın Netflix’te yayınlanan altıncı sezonuna baktığımızda bölümlerin hem hayranlar hem de eleştirmenler tarafından büyük ölçüde beğenildiğini ancak pek övülmediğini söyleyebilirim.

NEDEN BU KADAR SEVDİK?

”San Junipero" bölümü hariç, bilimsel ve teknolojik ilerleme arayışına dair ortaya koyduğu olumsuz bakış açıları, dizinin çoğu bölümünün mutsuz sonla bitiyor olması, en başından itibaren onun en çok beğenilen yönleri oldu. Black Mirror dizisindeki gelecek tasvirlerinin çok da uzak olmayan gelecek tasvirleri olması veya öyle hissettirmesi, karamsar bakış açısı ile konularını işlemesi, dizinin diğer yakalayıcı yönleriydi. En yetkin sosyal düşünürlerden olan Thorstein Bunde Veblen’in 1899’da yayınlanan “The Theory of The Leisure Class” çalışmasında ortaya attığı “gösterişçi tüketim” kavramından da, dizi adına özümseyebileceğimiz pek çok çekici yön bulunmaktaydı. “Fifteen Million Merits”, “Arkangel” bölümlerindeki gibi, bireyin aslında ihtiyaç duymadığı şeyleri ihtiyacı varmışçasına algılayarak sürekli kaygı içerisinde tutulmasını, Black Mirror’un konu olarak işlediği diğer bir ilgi çekici unsur olarak ortaya koymak gerek. Ama her şeyin en tepesinde tuttuğu, aslında 1900’lü yılların başlarından itibaren zaten distopik eserlerin konusu olarak toplumla paylaşılmaya başlanmış olan, “gözetim toplumu” konusu dizinin en büyük başlıklarından biri oldu. 1970’li yıllarda hayatımıza giren “yeni medya” kavramının bugün geldiği noktada, yalnızlaşan, kutuplaşan, benliğinden çıkarak sosyal medya kimliği ile topluluklara rol yapan bireylere çok hızla ulaşıldı diyebiliriz. Demokrasi, ifade özgürlüğü ve sosyal medya üçlüsünün arasındaki ilişki ile bir yandan toplum daha aktif ve işlevselleşirken bir yandan bireyler gözetim altındaki modern köleler haline getirildi.

Sosyal medya kullanıcıları sahnede rol yapan bireylere dönüştü, kendileri gibi düşünenler gruplaştı ve insanlar büyük bir kutuplaşma içine sokuldu. Gerçek hayatta bunları yaşayan insanların endişeleri Black Mirror’ın senaryoları ile üst perdeden örtüştü ve yapım ile seyirci arasında anlamlı bir bağ oluştu. Bu bağı bile sorgulatabilecek bir kafa açıklığı ile beraber oldu bu.

Bunların haricinde aslında her bir bölüm hakkında yazmayı çok istesem de büyük bir genellemeden çıkarmak için iki örnek üzerinden sanat ve prodüksiyon tasarımı övmeden geçemeyeceğim. “Bandersnatch” bölümündeki gibi kasvetli ve görkemli gerçek yapılardan, “Fifteen Million Merits” bölümündeki gibi dijital çağ tasarımlarına kadar mekân seçiminlerindeki yaratıcılık ve prodüksiyon başarısı da dizinin en büyük güçlerinden biri. İşte tüm bunlar onu ve daha pek çok unsur, onu kalitesini koruyan olgun bir fenomene dönüştürmeye yetti de arttı bile.

ALTINCI SEZON YORUMU

Serinin önceki sezonlarına baktığımızda bu son sezonundaki beş bölümden üçünün bir değişiklik yaparak geçmişte geçtiğini gördük. Aslında distopik gelecekler sunmasıyla bilinen dizinin bu büyük format değişikliği, beklentiler açısından izleyiciyi hayal kırıklığına uğratabilir. Çünkü bu tercih Black Mirror’ı başka bir yapıya dönüştürmüş. Ancak tabii belki de bununla şu yapılmak istenmiş olabilir; en sürprizli ve en beklenmedik olanı yaptık şimdi sıra en sınıflandırılamaz olmak da. Veya belki de hayatlarımız halihazırda zaten o kadar Black Mirror ki, 2011’de kolektif huzursuzluklarımızın kara aynası olarak hayatımıza giren, gönül verdiğimiz bir yapımdan beklentilerimiz de yükselmiştir. Benim kendi adıma en az beğendiğim sezon bu oldu. Ünlü oyuncuların kullanılmasından ise pek hoşlanmadım.

Hiçbir bölümde aradığım tadı bulamamış olsam da, altıncı sezon ilk üç beğeni sıralamam şu şekilde; “Joan is Awful”, “Mazey Day”, “Beyond The Sea”. Diziye henüz hiç başlamamış olanlarınız için tüm sezonların en iyi Black Mirror bölümlerini izlemek isteyen varsa diye bir liste ekliyorum. “San Junipero” (Sezon 3, Bölüm 4), “USS Callister” (Sezon 4, Bölüm 1), “The National Anthem” (Sezon 1, Bölüm 1), “Nosedive” (Sezon 3, Bölüm 1), “Hated in the Nation” (Sezon 3, Bölüm 6). Bölümler ilişkili mi? diye soracak olursanız, görünüşte bağımsız hikâyelerden oluşan bir antoloji olsa da, Black Mirror’ın çoğunun, alt perdeden ortak evrende geçiyor olduğunu söyleyebilirim ancak karakterler arasında bir bağlantı yok. Her ontolojik seride olduğu gibi Black Mirror’ın bu sezonundaki her bölümü ayrı bir kalite sunuyor. Kimi diğerinden daha iyi olsa da hepsi keyifli zaman geçirtmeye devam ediyor.