Enflasyon belâsı, enflasyon canavarı ile mücadele ve enflasyonun nedenleri ile sonuçlarına dair tartışmalar, tabii ki bu iktidarın yaşam süresi ile sınırlı değil. Kapitalist ekonomik tercihlerin sonucu olan bu ölümcül hastalıktan muzdarip olan her toplumda olduğu gibi biz de bununla birlikte yaşamaya (zoraki olarak) alıştık.

Bu sayede, iktisat eğitimi almayan benim gibi naçiz - sıradan insanlar bile gündemi takip ederken, (yine ihtiyaçtan dolayı) enflasyonu da, hiperenflasyonu da, stagflasyonu da, ücret enflasyonunu da, creeping (sinsi) enflasyonu, galloping (dört nala) enflasyonu da zaman içinde öğrendik.

Hafta içinde, değerli ekonomist - yazarlarımızdan, kısa bir süre Hazine Müşteşarlığı da yapmış olan Dr. Mahfi Eğilmez, çok bilinmeyen iki enflasyon türüyle de tanıştırdı toplumu.

Bunlardan biri "skimpflasyon" diğeri de "shrinkflasyon"...

Skimpflasyon, İngilizcedeki "azaltmak, ekonomik davranmak, cimrilik etmek - (skimp)" fiilinden göndermeyle, piyasada satılan mal veya hizmetlerin kalitesini ve içeriğini düşürerek, dolaylı pahalılaştırmaktan kaynaklı yük anlamına geliyor.

Shrinkflasyon ise, İngilizce’deki "çekme - küçülme - daralma fiilinden esinlenerek - (shrink)" ise, bir malın boyutunu, gramajını, miktarını vs. azaltmak suretiyle zam yaparak yaratılan etki demek.

Bu iki enflasyon türünü günlük hayatımızda sıkça görürüz.

∗∗

Örneğin satın aldığımız sigorta poliçelerinin kapsamının daraltılması ama fiyatın ya aynı kalması ya da arttırılması veya uçak biletleri karşılığında uçuşta verilen hizmet kapsamının azalması "skimpflasyon"dur.

Günlük alışverişimizde zaten aldığımız mamullerin ambalajlarında (yiyecek, içecek, temizlik ürünleri vb.) küçülme, aynı zamanda gramajında azalma, buna karşılık fiyatının da artması ya da hepsinin birden gerçekleşmesi de, "shrinkflasyon"u anlatıyor.

Bu kadar "bilimsel ve linguistik" jargon yeter...

Düz lisanda, "farklı farklı biçimlerde ütülmemiz"in iktisat literatürüne uyarlanmış halleri bunlar. Yani, zaten reel anlamda da giderek (neredeyse her bir sonraki gün) küçülen paramızla, her gün küçülen mal ve hizmetleri alamayacak duruma gelmemizin tarifini yapıyor bu tabirler.

Aynı zamanda da emekçi ve emeklilere, hem kamu ve özel sektör işvereninin, hem de emekli maaşını ödeme durumundaki kamu otoritesinin olağanüstü cimri davrandığını, çalışanı (yani üreteni) ve ödediği primler unutturularak "devlete yük oluyormuş" gibi davranılan emekliyi nasıl aptal yerine koyduğunu daha iyi anlamamıza yardımcı oluyor.

Neredeyse balkondaki saksıda yetiştirilebilen limonu bile, adeta dünyanın öbür ucundan ithal edilirmiş gibi 15 - 20 TL’ye satın almak zorunda kalan yurdum insanı, bu kavramların adını bilmese bile varlığını ciğerinde, yüreğinde, dalağında, bağırsağında fena halde hissediyor zaten.

Ekranlara ve sosyal medyaya her gün yüzlercesi yansıyan sokak röportajlarında da zaten, bu hissiyatını giderek daha yüksek sesle dillendiriyor. Grev çadırlarında, fabrika önlerinde, holding binaları önüne taşınan eylemlerinde bu öfkenin "brinkflasyon" (İngilizce’den brink - uçurum, kıyı, tehlikeli eşik sözcüğünden ben türettim) haline geldiğini görmemek mümkün değil.

O eşik, artık bir "patlama"ya dönüşmek üzere.

∗∗

70 - 80 yaşlarına gelmiş mağdur ve çaresiz emeklilerden, 30 - 40 yaşlarında "iliği kemiği sömürülen" ve gelecek umudunu tamamen yitirmiş emekçilere hattâ zaman zaman onların 10 - 15 yaşlarındaki çocuklarına kadar, kime mikrofon tutsanız, o mikrofonu dahi hıncından alıp parçalamaya eğilimli kitleler giderek büyüyor ve o "patlama eşiğine" doğru hızla yaklaşıyor.

Ama, insanlığın ve toplumsal hareketlerin tarihi göstermiştir ki, bu "eşiğe hızla yaklaşılması veya varılmış olması" o patlamanın gerçekleşmesini "otomatik olarak" beraberinde getirmiyor.

Parti ya da sivil toplum kuruluşu, sendika vb. her ne biçim ve formatta olursa olsun, muhalif siyasi hareketlerin, mücadelelerini daha örgütlü ve daha kitlesel hale getirmeleri ve kritik dönemeçlerde güçlerini birleştirilmeleri, bu mücadelede başarının tek ve vazgeçilmez anahtarıdır.

Kendiliğinden bir "galebe çalmanın" hayata geçemeyecek olmasının en somut kanıtı da, bugün (son 22 senedir) Türkiye’de yaşanan durumdur. AKP iktidarının ilk gününden itibaren olağanüstü bir hızla yaşanan her geçen gün daha da büyüyerek üzerimize çöken ekonomik kâbus ve felakete rağmen, acımasız muktedir sınıfın gücünü daha da arttırması, yandaşlarını daha da semirterek milleti "mezara doğru" daha hızla sürüklemesi bunu göstermiyor mu?

Örgütsüz toplum ne kadar ezilmiş ve ne kadar öfkeli olursa olsun, zâlimi ve muktediri yenemiyor.

O eşik bir türlü aşılamıyor işte.

Bu, sadece ekonomide yaşananlarla da sınırlı değildir. Laikliğin ayaklar altına alınmış olması ve giderek artık yok edilme noktasına gelmesine, adaletin ve hukukun hiçe sayılması, anayasa ve yasaların bizzat yapanlar ve uygulaması gerekenler tarafından "yok sayılması"na, bilimsel özerkliğin, fikir ve ifade özgürlüğünün. basın özgürlüğünün çöpe atılmasına karşı mücadele de sadece bu koşulla, yani örgütlülük koşulu ile aşılabilir.

Hatırlayalım, hatırlatalım, örgütlenelim.