Siyasi yaşamımızın kubbesinde on yıllardır çınlayan, "fenomen" nitelikli bazı sözler vardır.

Birkaç örnek vermek gerekirse;

"Siyasette 24 saat çok uzun bir süredir..."

"Dün dündü, bugün bugündür..."

"Kadayıfın altı kızardı...

"Sizi ben bile kurtaramam..."

"Bize pilan değil, pilav lazım..."

"Kimleeer, kimlerle beraber..."

Son dönemin belki de en unutulmayacak sözlerinden biri de, bugünün cumhurbaşkanı, sözü sarfettiği dönemin başbakanının kullandığı "Ulan, hepiniz oradaydınız be!.." cümlesidir.

Tayyip Erdoğan bu lafı, seneler önce bir ödül gecesinde Ahmet Kaya’ya (Kürt kimliği üzerinden) yapılan menfur saldırıdan bahsettiği bir konuşmasında etmişti.

Mealen, "Bu olay hatırlatıldığında, yok ben şuradaydım, ben o sırada yoktum, tuvalatteydim diyorlar. Ulan hepiniz oradaydınız be!.." diye ifade etmişti hissiyatını.

Erdoğan’ın bu meseleye (Kürt meselesi) dair yılda en az 365 kez değişen görüşlerini bir yana koyarsak, şeklen hak vermekten başka çaremiz olmayan bir konuşmaydı bu.

∗∗∗

Gerçekten de, bu toprakların insanı çok sık başvurur bu tür sahtekarlıklara:

"Valla, abi... Ben o sırada başka tarafa bakıyordum. Duymamışım."

"Ben elimi yıkamaya gitmiştim..."

"O sırada bir telefon gelmişti, onunla meşguldüm..."

"Tam o anda üzerime ketçap dökülmüştü. Onu siliyordum..."

"O gün raporluydum. Yoktum ben..."

"Tam olarak ş›eydemiyorum. Kaynımınğünü vardı o gece...»

Bayılırız böyle yüz kızartıcı "sıyırma" girişimlerine.

Ama artık, sahtekârlık çok zor.

Herşey belgeli. Her şey kayıt altında. Herşey, herkes tarafından ses ve görüntü ile bir yere yazılıyor. Olaylar eskisinden çok daha fazla "ayan beyan" orta yerde yaşanıyor.

Sözü (yazıyı) fazla uzatmayayım...

Bu mevzuya (topa) niye girdiğimi ve sözü nereye getireceğimi az çok tahmin etmişsinizdir.

14 - 28 Mayıs seçimlerinin muhasebesini, hâlâ çok yoğun, çok ateşli ve çok ibret verici biçimde yapmayı sürdürdüğümüz günlerden, haftalardan geçiyoruz.

İktidar cenahının yapması gereken bir muhasebe yok. "Yok montajdı yok şuydu, yok buydu" diyebilecek ve yapılan hile ve hukuksuzlukları itiraf etmekten utanmayacak kadar pişkin bir kendinden eminlik duygusu ile, muktedir olmanın kibir ve küstahlığı içinde rahatlar.

Ama, muhalefet tarafındaki herkes, yenilginin faturasını "bir başkasına" atmanın telaşı ve uyanıklığı ile, yapılan hatalar ve o hatalardaki "ortaklığı" yani kolletif sorumluluğu hatırlatıldığında, hep aynı yola başvuruyor...

"Ben orada yoktum. Onlar yaptı..."

Adeta, çocukların top oynarken mahallede ya da okulda bir cam kırıldığında, babaya ya da öğretmene hesap vermek gerekince, "havaya bakıp ıslık çalması" ve "Valla billa ben vurmadım topa..." diye arkadaşlarını satması örneği...

∗∗∗

Kimse kusura bakmasın.

Koca koca adamlara ve kadınlara, kendi evlatlarına ve hatta torunlarına örnek olacak bir olgunluk içinde davranmaktan kaçınan "Yurdum necip siyaset erbabına" çok da yakışıyor.

Evet... Maalesef yakışıyor.

Adam/Kadın, o dönemin (ittifak, pazarlık, stratejik ve taktik hazırlık, planlama, uygulama, meydanda avaz avaz bağırma, iddialı ajitasyon ve propaganda, kitleye en üst derece belagatla gaz verme, liste, plan, proje vb.) her türlü çalışmasının tam göbeğinde. Hattâ, bize bile değil, kendi partililerine bile bir nevi tepeden bakar tavırlarla "herşey herkesle paylaşılmaz. Bu kadarını bilin yeter" tavrı içinde ketum havalarda dolaşmış aylarca.

Bugün o kollektif "hatalar" sorgulanmaya başlanmış.

Bütün doğruları üstleniyor.

Ama bütün yanlışlar konusunda cevabı standart:

"Ben orada yoktum. Sadece şu kadarını biliyorum. Sayın bilmem kim karar verdi o işe..."

Daha da öteye gidiyor.

"Peki duyduğunuzda hiç mi itiraz etmediniz?.." diye sorulduğunda, "Söyledim. Ama dinletemedim...." muhabbeti.

"İyi de, niye bu kadar önemli bir hatayı düzeltemediğiniz için o çok önemli konumunuzu bırakıp istifa etmediniz?" diye soruluyor.

Standart bir "bik bik bik..." söylemi.

Klasik bir "Efendim o günün şartlarında, hedefe ulaşabilmek, iktidarı - rejimi değiştirmek için verilen mücadeleyi, kendi görüş ayrılıklarımızın ve iç çekişmelerimizin önünde - üstünde tutmak gerekiyordu..." mealinde uyanık ve kıvrak yanıtlar.

Biraz da çuvaldızı kendimize batırmalıyız.

O dönemlerde o siyasi kulislere hakim olan pek çok meslektaşımızın da, deyim yerindeyse "Yatacak yerleri yok".

∗∗∗

Kimse kusura bakmasın, siyasi mahfillerde olup bitenlere son derece hakim bazı meslek erbabı da "Atayım kumbaraya, yarın öbür gün yazacağım kitaba bomba gibi malzeme olur..." saikiyle, bir takım şeyleri, o gün de, maalesef bugün de, "kumbarasında" tutarak bu ortama hizmet etmiştir, etmektedir.

Biz 40 kişiyiz, biliriz birbirimizi.

Bir gün o kitapları tek tek okuyacağız. Görkemli imza günlerinde "iftiharla" imzalandıktan sonra.

"Günlerden bilmem kaç Mayıs.. Filanca restoranda oturuyoruz. Bir de ne göreyim? İlerideki masada falanca ile fişmekanca oturmuyor mu? Sonra, yanlarına filan kişi geldi. Gözlerime inanamamıştım... Sonradan öğrendim ki, bilmem ne konusundaki işi orada bitirmişler..."

Bomba gibi kitaplar, bizleri bekliyor. Emin olun.

"O günlerin tanığı acar gazeteci ifşa ediyor..."

Lâfı, yine siyasi tarihimizin (pek şanlı sayılmayacak) arşivlerine girmeyi hakeden ve maalesef bir mafya lideri tarafından sarfedilmiş şu sözleri ile bağlayayım:

"Len bırakkkk!.."