Son nefesimize kadar şık, sağlıklı, fit, fasulyeden de olsa üretken olmak zorundayız. Mutsuzluk, uyumsuzluk yok. Her şey bir armoni içinde, kırmızı yanaklı genelde sarışın torunlarınızla resim yapın, hatta sergi bile açın. Size mutlu olma görevi veriyorum! ‘Fit’ olamayanlar ‘out’!

Her yaşın ayrı güzelliği yoktur ve “Her şeyi bitirmeyi düşünüyorum”

“Mutsuzluğun tek nedeni, insanın odasında sessizce nasıl oturacağını bilememesidir.”
B. Pascal

Koronavirüs salgını ile gündeme gelen 2020 yılının 65 yaş ve üstü, sanırım yaşlarının, yaşlılığın en çok yüzlerine vurulduğu bir kuşak olarak tarihe geçti. 65 yaş ve üzeri için konulan sokağa çıkma yasakları, yaşları dolayısı ile hastalıktan korunması gereken risk grubu oldukları için gibi görünse de, toplumda daha çok ‘ortalıkta dolaşıp hastalık yaymayın’ önlemi olarak algılandı. Tercümesi; zaten ‘yaşlı’ydılar, bir siyasinin sözleri ile bir ayakları çukurdaydı, işleri güçleri yoktu, artık ‘verimli’ değillerdi, yoklukları fark yaratmayacaktı, olmasalar da olurdu! Peki ya işi olanlar? Tabii ekonomiye can kurbandır ve işi olanlar sokağa çıkar, otobüse, minibüse biner, her şeyi yapar. 2020 yılı, 21 Mart tarihinden itibaren 65 yaş ve üstü nüfusun, tam elli gün sokağa çıkması yasaklandı. 10 Mayıs Pazar günü dört saat dışarı çıkmalarına verilen izin ile yasak biraz gevşetildi ve insanlar açık havaya ve gün ışığına çıkabildi. Bu yaş grubu, sanki bulaşmanın sorumlusu gibi algılandılar, bir kez daha ağır hastalığa, ölüme en yakın grup olarak onaylanmış oldular. Parkta yan yana oturan ‘işte suçlu’ yaşlı görüntüleri ile anılara kazınsalar da, çıksalardı büyük bir ihtimalle en dikkatli grubu oluşturacaklardı. Evde geçen o 50 günde de belki bir on yıl daha yaşlandılar.

Bu yaş grubunun bu yasaklardaki ayrımcılıktan, yaşam şartlarının zorluğu, sosyal ve psikolojik sonuçlarından toplumdaki yaş ayrımcılığına bakış açısı etkilendi mi? Doğal bir hayat evresi olarak yaşlılığın ne kadar ihmal edildiğini, yaşlıların hayat kalitesinin ne kadar hafife alındığını fark ettik mi? Yaşlı dostu evlerin, ürünlerin, şehirlerin ve üç beş cılız, ulaşması zor ve geçici oluşumlar dışında örgütlenmelerin olmadığını gördük mü?

Gençken hiç yaşlanmayacağız sanırız. Hiç gidilmeyecek çok uzak bir ülke gibidir. Ama bir gün bir bakarsınız yollar oraya çıkıvermiştir. Her şeyin zincirlerini kıran insanoğlu çok uğraşsa da biyolojinin zincirlerini kıramadı. Beş milyon yıl önce ağaçlardan yere indik. Ayağa kalktık, ellerimizi maharetle kullanmaya başladık. Üç milyon yıl içinde beynimizin büyüklüğü üç katına çıktı. Doğadaki besin zincirinin halkalarını kırdık, doğayı esir aldık. Ama bedenimizin biyolojisine mahkûmuz. Hâlâ belimiz bükülüyor, ellerimiz titriyor, yaşlanıyor, ölüyor ve toprağa gömülüyoruz. Hiç bilmiyor gibi davransak da, ölümlüyüz!

Bir kibir ve özgüven abidesi insanlık, hep ölümle, yaşlılıkla baş edeceğini düşündü. 1967 yılında ABD’de; kâr amacı gütmeyen saygın bir kuruluş olan Salk Biyolojik Araştırma Enstitüsü eski başkanı Kinzel “Yaşlanma sorununu bütünüyle ortadan kaldıracağız, öyle ki ölümlerin tek nedeni kazalar olacaktır” demişti. On yıl sonra Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü de “Yaşam süresinin gerçek sınırları diye bir şey tanımıyoruz. Siz ne kadar yaşamak istersiniz?” diye çok iddialı bir açıklama yapmıştı.

Oysa bugün hâlâ, milyonlarca yıldır olduğu gibi her gün her yaştan binlerce insan ölüyor. On dakika sonra düşüp başımızı çarparak, ya da bir trafik kazasında ölebiliriz. Bu kadar ölüme yakın yaşadığımızı hiç bilmek istemeyiz. Emniyette hissetmek için de yaşlılar ölür diye düşünmeyi seçeriz.

Yaşlılığın çeşitli tanımları vardır. Bir geriatri dergisinde yaşlılık; ...zamanın geçişine bağlı olarak, hastalık söz konusu olmaksızın ortaya çıkan anatomik yapı ve fizyolojik işlev değişiklikleri olarak tanımlanmaktadır. Yaşlılığın, sosyolojik, psikolojik, toplum ve kültüre bağlı olarak değişen normlara göre de tanımları vardır. En az örseleyici olması gereken fizyolojik değişiklikler tam da tersine, en göze batan, en kafaya takılan değişimlerdir. Önce alın ve yüz çizgileri derinleşir. Ellerde lekeler oluşur, cilt kuruyup, yanaklar, gıdı sarkar. Saçlar kırlaşır, seyrekleşir. Hücreler artık yenilenmeyi azaltmış, yaşlandıkça vücutta biriken yağlar, erkeklerde daha çok göbekte, kadınlarda ise daha çok tüm vücutta ve kalçalarda toplanmıştır. Kas ve kemik kaybı hızlanmış; hem erkek hem kadında gençliğin, atletik bir vücudun ve cinselliğin önemli öğelerinden biri olan sıkı kalçalar bir gün bir bakarsınız kendi bildiğine göre öteye beriye salınmaya başlamıştır. Zaten artık esas sorun da sıkı bir kalçanın yapacağı o malum itme hareketi değil, hareketli bilye yapılı kalça ekleminin aşınıp, yürümenizi bile zorlaştırıyor olmasıdır. Bastondan sonra kalça protezi, tıbbın son yıllarda insanlığa en önemli armağanlarındandır. Viagra detay kalır. Zaten sadece erkekler içindir.

Aslında yavaş yavaş gelen bu biyolojik değişikliklere kolay alışılır. Asıl inciten bedenin yaşlılığı değil, toplumdaki yaşlı algısıdır. Yaşlılıkla özdeşleştirilen muhtaçlık, hastalık, zayıflık kalıpları, işe yaramazlık duygusudur. Yaşlı olmayan herkes bir işe yarıyormuş gibi yanlış bir algı vardır. Gençlik, güzellik ve gücün kutsandığı dünya düzeninde, yaşlılar ne yazık ki yaşlı değilmiş gibi yapmak zorundadır. Bu nedenle yüksek kâr getiren bir sektör olarak gençleştirme ürünleri hızla artmış, öğle tatilinde iş yapan botoksçular bile çıkmıştır. Bu yaşlı değilmiş gibi görünme çabası da yaşlıların hayatına refahtan çok; hem ekonomik hem psikolojik daha fazla bir yük getirmiştir. Amerikada Yaşlanmak kitabının yazarı Fischer, orta yaş ve yaşlılarda yaşlılığın inkârı kültürü üzerine tespitlerinde; gençlik modalarının orta yaş ve üstü kuşağın giyimine de nasıl yansıdığını yazarak, yaşlılar da giymeye başladığı anda o modanın bittiğine dikkat çeker. Ne yapılırsa yapılsın yaşlılık ‘out’, gençlik ‘in’ olacaktır. Bugün, Facebook’u kullanan yaşlılar arttıkça, artık anne babaların yeri olarak görülüp gençler tarafından terk edilmesi gibi. Sosyal medyada bile, gençler, yaşlıların girdiği alanı hemen terk etmektedir.

Geçtiğimiz yüzyıl başlarında modernitede beden, sağlık kategorisi ile değerlendirilir. Fabrikada çalışabilir mi, askere gidebilir mi, doğurabilir ya da çocuk bakabilir mi? Yeterlidir! Oysa postmodern dünyada ‘sağlık’ algısı değişmiş, sağlıklı olmak yetmeyip tam “fit/uygun olmak ve sürekli ‘uygun’ kalmak gerekli olmuştur. Proje beden ve ruhlar sıkı bir talimden geçmeli, yiyecekten spora sürekli değişen trendlere göre kimlikler özenle yeniden, yeniden inşa edilmelidir. Haz ve duyumlar için beden, zihin ve ruh her an formda olmalıdır. Bu çağın yaşlıları için en zor kısmı da bu olacaktır. Hız, hafiflik, mobilite ve durmadan yenilenme çağıdır. Sadece yerimizde kalmak için bile sürekli koşmak gerekmektedir. Bitmek bilmez, sürekli bir bakım, onarım, yenilenme çalışması.

Gençler bilmez ama, meşhur sözdeki gibi, beden yaşlansa da ruh yaşlanmaz. Travmatik değişiklikler olmadıkça yavaş yavaş gelen bedensel düşkünlüğe alışılır ama toplumsal yaşlılık tanımına girmenin getirdiği ıssızlığa alışılmaz. Yaşlılığın bir diğer zor kısmı da; aktif çalışma hayatı sonrası düşük emekli maaşları ile yaşamak, aldığınız her yaşla sosyal güvenlik sistemlerine göre yük sayılmak, yıllarca edinilen emek, bilgi ve birikiminizle birdenbire moda dışı kalmaktır. Hâlâ üretebileceklerinizle ilgilenilmeyip, başkalarının başarısına sevinmeniz, başkalarının yaratıcılığını desteklemenizin beklenmesi demektir. Artık merkezde değil çeperdesinizdir.

Fit bedenler ve ermiş zihinler çağında, artık alabileceğiniz en büyük takdir ne kadar genç göründüğünüz konusunda olacaktır. Üretme çabalarınız ise, yüksek dozda bir saygı ve sevgi sosu ile, ‘ay ne güzel bir yaşama sevinci’ olarak görülecektir.

Sezonun ilgi çekici son filmlerden Charlie Kaufman’ın Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum (2020) filminde bir ev içine girersiniz. Aşınmış sinek teli, özenle konulmuş koltuk yastıkları modası geçmiş desen ve renkleri ile geçmiş bir zamanda donup kalmış bir ev. ‘Yaşlılarla’ birlikte ‘yaşlanmış’ bir ev. ‘Estetik zevkimizi’ yerle bir eden bir dekor ve gene ‘estetik duygumuza’ aykırı yaşlı bedenler. Gözümüze bir bıçak gibi giren, babanın terliğinden fırlamış bakımsız ayak parmakları, dışkı ya da kusmuk bulaşmış giysiler. Göbek yağına bile tahammül edilemeyen, steril ve her şeyin estetize edildiği dünyamızda görmek istenmeyen şeyler. Narsistik kültürümüzün en korkulanı, eskimiş bir evde eskimiş bedenler olarak yaşamak. Bir zamanlar güzel olan bedenler gibi bir zamanlar güzel olan bir ev dekorunun, bedenimizdeki artık yenilenmeyi yavaşlatan hücreler gibi zamanın bir yerinde yenilenmeyi bırakıp eskide asılıp kalması. Bu eve getirilecek, bunları görebilecek bir kız arkadaş hayali. Filmin başından sonuna, sonundan başına süren, ‘uygunsuzluk’ gerginliği.

Cioran, nefes alan her şey yaşıyor mu diye sorar. Evet yaşıyordur ve saygıyı hak ediyordur. Bir yük olarak görülen yaşlanma sürecine henüz bir çare bulunamamıştır. Orta yaş bunalımı aslında yaşlılık korkusudur. Hayat uzamış ama hâlâ yaşlılık bu gün ‘up’ olan her şeyin karşıtıdır.

Biyolojik, toplumsal yaşlılık kalıplarının yanında diğer en ağır yük ise kendi taşıdığımızdır. Yaşadıklarımız ve yaşamadıklarımız. Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum filminin etkileyici repliklerinden birinde ‘genç kadın’ ... bir gün bir şeye evet dersiniz ve böylece arkasından gelecek binlerce şeye evet demiş olursunuz diyor. Aslında hayatımızın hikâyesi işte bu kadardır. Evetlerimizi bol bol harcarız, artık hayır denilemeyecek noktaya geldiğimizi çok geç fark ederiz. Yaşlılık bu biriken evetlerin hazırladığı şartlarda yaşayacağımız, ve bu evetleri düşünmeye bol bol zamanımız olacağı bir dönem olduğu için korkutucudur. Geçmiş değişmeyecek şekilde geçmiş, yüzleşme zamanı gelmiştir. Geriye dönük yeni bir hayat kurgusu çabasında Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum filminin kahramanı “...asla olamadığı bir hali anımsayıp... ” kendine yeni bir geçmiş kurgulamakta “...ileriye doğru akan normal zamanda geriye doğru yüzmektedir...”. Acı dolu bir deneyimdir. Lacan, “zamanın yönünün tersine çevrilmesi metaforunu, ‘bastırılmış olanın dönüşü’ ile açıklar.” Buna göre de “Bastırılmış olan nereden geri döner?” sorusuna da “gelecekten” diye cevap verir. Gelecekten geçmişe dönüp bugünü yeniden yaratmak.

Filmde, ışıl ışıl iki genç bedenin, okul koridorundaki uçarcasına ahenkli ve nefes kesen dansına bakmak bile artık acı vericidir. Yaşlılığın yükü geçmişte yaşananlar kadar, belki de daha fazlası yaşanmamış, yaşanamamışlardandır. Yeni yaşanmışlıkların, bir önceki ‘boşluğa’ yüklediği yeni kurgulamalar, gelecekten geçmişe baktığınızda boşken dolan, doluyken boşalanlardır.

Sonbahar geldiğinde, sararıp kararmaya başlayan bir yaprak, nasıl keşke daha yeşil olsaydım, keşke daha yüksek dallarda açsaydım demiyorsa, ‘vakti gelince’ yavaşça dalımızdan kopup yere düşmeyi de öğrenmek olası mıdır?

Gerçekten bir gün gelir ve ‘her şeyi bitirebilme’ zamanıdır. Aslında belki yaşlılık korkusu da odamızda tek başına sessizce oturmayı bilmediğimizden dolayıdır.

“Mahvolmamak insanın elinde olan bir şey değildir.”

Ama neyse ki “Ümitle malulüzdür, hep bekleriz!”

Bugün izlediğim emekli maaş sahiplerini hedefleyen bir banka reklamında, torunun resmine yardım etmesini istediği babaanne, birden kendini resme vermiş ve kendi sergisinin açılışını yapmaktadır.

Tam yeni trende göre. Eski hayatınız bitti mi? Size yeni bir hayat kuralım!

Son nefesimize kadar şık, sağlıklı, fit, fasulyeden de olsa üretken olmak zorundayız. Mutsuzluk, uyumsuzluk yok. Her şey bir armoni içinde, kırmızı yanaklı genelde sarışın torunlarınızla resim yapın, hatta sergi bile açın. Size mutlu olma görevi veriyorum! ‘Fit’ olamayanlar ‘out’!

Durmak oturmak yok! Hep bakımlı, başarılı ve görünür kalmak var.

İnsan sormadan edemiyor, bu banka ortalama emekli maaşından ne kadar haberdar?

Bir sorum daha var. Ya yaşlılık kariyerimi köşede oturan huysuz ihtiyar olarak geçirmek istiyorsam?


KAYNAK

Lasch, C. (2006) Narsizm Kültürü. Ankara: Bilim ve Sanat .(s.334)

Bauman, Z. (2001) Parçalanmış Hayat. İstanbul: Ayrıntı. (s. 156)

Tırpan, M. (13 Eylül 2020) Zamanın eli değdi bize. BirGün Pazar. (s. 16)

Zizek, S. (İkinci basım: 2004) İdeolojinin Yüce Nesnesi. İstanbul: Metis. (s. 70)

Cioran, E.M. (2000) Çürümenin Kitabı. İstanbul: Metis. (s. 115,48)

Lasch, C. (2006) Narsizm Kültürü. Ankara: Bilim ve Sanat .(s.334)

Bauman, Z. (2001) Parçalanmış Hayat. İstanbul: Ayrıntı. (s. 156)

Tırpan, M. (13 Eylül 2020) Zamanın eli değdi bize. BirGün Pazar. (s. 16)

Zizek, S. (İkinci basım: 2004) İdeolojinin Yüce Nesnesi. İstanbul: Metis. (s. 70)

Cioran, E.M. (2000) Çürümenin Kitabı. İstanbul: Metis. (s. 115,48)