Komiklik olsun diye bu başlığı koydum sanıyorsanız, hemen belirteyim ki dün Adamo’nun sesi bangır bangır Facebook’tan yükseliyordu. Başka birinin Facebook’undan... Ben nostaljiden nasibini almamış bir yeniyetme edasıyla “O da ne?” deyince hakir gören bir edayla, “Adamo”, cevabını aldım. Eh, hak da etmiştim hani. Geçen yıl CRR’deki konserinin nasıl dolduğunu düşünüyorum da...

Karın yağanını da, tutmuşunu da çok severim. Her çocuk sever. Ben çocuk değilim tamam da, kartpostallık kar, hele hele yılbaşında yağmış kar insanın karşısına pek çıkmıyor. Onun için çocukluktaki o doğru dürüst mevsimleri ve kışın yağıp tutan karları hatırlıyoruz. Bir acayip yıl da vardı, 1987 galiba. Site Sineması’ndan (ya, evet, öyle de bir sinema vardı) Cihangir’e, saat yarımda yürüdüğümüzü hatırlıyorum. Onun dışında klasik “kışmış kar yağmış çocuklar kızak kaymış” görüntüleri kartpostallarda kaldı.

Ne yazık ki, tutmuş kar manzaralarından pek hoşlandığım halde gene çocukluğumdan beri lapa lapa yağan kar içime hiç rahatlık vermemiş, ağız tadıyla keyfini çıkarmak nasip olmamıştır. Çocukken bunu kuşlara bağlardım. O yıllarımız dallara ilişmiş, pencere kenarına konmuş, aç kalmış, üşümüş kuşlarla doluydu. “Nerden uçmuş” da gelmiş kuşlar, kederli kuşlar. O zamanın diliyle “o kedernâk o sakıtâne duruş”ları ‘rikkat’imize dokunan kuşlar. Ondan sonra rikkat falan kalmadı ama “Mini Mini Bir Kuş Donmuştu,” şarkısı da büyükleri bile mahvetti. Elbette, “pencereme konmuştu”.
Demek o zamanlar kar yağınca kuşlardan başka hayvanların, hatta insanların da üşüyüp aç kaldığının farkında değilmişim, değilmişiz. Şimdi öyle mi? Camdan sırıtarak izlediğim karla kaplı bahçe bana hemen evsizleri (insanlı-hayvanlı), mültecileri, özellikle de Suriyeliler’i hatırlatıyor. Kar keyfi de o noktada sona eriyor. Sokak kedileriyle köpeklerine evcikler yapıp mama verirsek durum biraz düzeliyor. Ortalama iki yıllık ömürlerinin başdüşmanı kış, soğuk ve kar zaten. Ama insanların sorunlarını halletmek çok daha zor. Ben kendi payıma, arkadaşım Tülay’ın Facebook çağırısına uyarak “geçen bir yıl içinde” giymediğim ve sıcak tutacak neyim varsa topluyorum. Erenköy Muhtarlığı’na takdim edeceğim. Muhtarımız Necla hanım, onları Kadıköy Belediyesi’ne yolluyor sanıyorum. Yerlerini buluyorlar.

Karın kendi biter gibi görünse de hatırası bitmez. Benim unutmadığım bir tanesi de Cenap Şahabettin şiiri “Elhan-ı Şita” ile ilgili. Pek güzel bir şiirdir, ama her dizesini anlayanın alnını karışlarız. Nihat Sami Banarlı üstadımız, herhalde kendisi kolaylıkla anladığı için (gerçi zordur, şairimiz yeterince zor kelime bulamazsa kendi uydururmuş çünkü), iki sayfalık haşmetiyle onu edebiyat kitabına koymuştu. Güzel de bir şiirdir, aruz vezninin üç ayrı kalıbıyla yazılmıştır. Karın serpiştirmesini, savrulmasını, düzenli yağışını akla getirir o emsalsiz aruz müziğiyle. En kolay anlaşılanı ise “Göklerden emeller gibi rizan oluyor kar / Her sûda hayâlim gibi pûyân oluyor kar” diye başlayan bölümdü. Mef u lü / me fa ilü / me fa i lü / fe u lün. Lay lay lay! En güzeli, pıt diye ezberlenir, şarkı gibi söylenir. Hemencecik tanırsın.

Başka bir bölümde ise şairimiz kar için, “küçücük ser-sefîd baykuşlar” diye bir benzetme yapmış. Yani beyaz kafalı baykuş, sonuç olarak. Radikal’e böyle bir başlığı olan bir yazı yazmıştım. Herhalde düzeltmen arkadaş yanıldığımı düşünmüş olacak ki, “sersefil” diye değiştirmiş. Sefalet içindeki baykuşlara mı yanarsın, karın reva görüldüğü muameleye mi? Ertesi hafta bir yazı daha yazıp kendi düzeltmemi yaptım. Bu arada, ezbere biliyorum diye kafadan yazdığım şiirde de olmadık bir hata yapmışım. Dikkatli ve aruzsever bir okur sayesinde onu da hallettik. Yanılmıyorsam bir yerde de şairin adıyla soyadını ters yazmışım. Oluyor böyle şeyler. Artık kar mı görüyoruz mirim? İnsanın kafası karışıyor.