Kralın biri, kanına musallat olan bir pireyi beslemeye karar vermiş. Kraliyet yatak odasında gizlice yedirip içirdiği pire bir koyun kadar büyüyüp ölünce, kral bu tuhaf yaratığın derisini yüzüp sarayın salonuna astırmış. Demiş ki “Kim bunun ne derisi olduğunu bilirse kızımla evlenecek!” Haberi duyup gelen cesur ve bilge insanların hiçbiri doğru cevap verememiş tabii. Sonra, masal bu ya, avladığı insanları yiyerek yaşayan bir dev çıkagelmiş. Deriyi iyice kokladıktan sonra “Bu,” demiş, “pirelerin kralının derisidir.”

Kral, verdiği sözden geri dönemeyeceği için gözyaşları içindeki prensesi deve gelin olarak vermiş. Kızcağız her gün sırtında cesetlerle gelen devin kemik dolu mağarasında sefil ve korkunç bir hayat yaşamaya başlamış. Bir gün yaşlı bir kadınla karşılaşıp ondan yardım istemiş. Bu kadının her biri farklı yeteneğe sahip yedi oğlu varmış. Aile kızı mağaradan kaçırmış, peşlerindeki devin saldırılarını da oğlanların yetenekleriyle savuşturmuşlar. Sonunda kadının oğullarından biri devi öldürmüş. Genç kız saraya dönmüş. Kızını mahkum ettiği hayattan dolayı perişan olan kral af dilemiş, baba-kız barışmış ve sonsuza dek mutlu bir şekilde yaşayıp gitmişler.

Masal denilen anlatı türü uyumakta zorlanan çocuklar kolayca rüyalar alemine dalsın diye değil, ‘kıssadan hisse’ çıkarılması amacıyla yaratılmıştır. Ama söz konusu ‘hisse’ verili toplumsal yapının iktidar ilişkileriyle belirlenir; neredeyse tüm masallar üretildikleri toplumun politik ve ahlaki kodlarının çocuklar üzerinden geleceğe aktarılması için kullanılan ‘çoğunlukla ideolojik’ araçlardır -tıpkı Kırmızı Başlıklı Kız’ın erginliğe giden tehlikeli yolda genç kızın ‘ahlaklı ve namuslu bir kadın’ olabilmesi için kadından kadına aktarılan kurallarla ilgili bir toplumsal cinsiyet anlatısı olması gibi...

17. yüzyılda yaşamış İtalyan yazar Giambattista Basile’nin yukarıda özetlediğim Pire isimli masalı da türünün tipik bir örneği -kral gibi davranmak yerine pire derisini tanıyacak bir canavarla aynı zihinsel yapıda buluşursanız felaket olur. Tam da Rönesans sonrası-Aydınlanma öncesi bir dönemde yazılmış bu masalın başında Basile şöyle diyor: “Düşünmeden alınan kararlar kurtuluşu olmayan felaketlere yol açar. Bilge bir adam olmak yerine bir soytarı gibi davranarak hem kızını hem de onurunu örneği bulunmaz bir aptallıkla tehlikeye atan Yüksek Tepe kralının başına gelenlerde olduğu gibi...”

Basile’nin tamamına yakını böyle dersler içeren kıssa ve hisselerinin Aristo’nun yönetici sınıflara tavsiyeler verdiği Politika’yı andırması rastlantı değil tabii; coğrafi keşiflerle birlikte ticaret ve üretim biçimlerinin, dolayısıyla iktidar dengelerinin saraylardan sokaklara doğru yavaş yavaş değişmeye başladığı zamanların ‘saray yazarı’dır Basile -Güvercin isimli masala da şöyle başlar: “Prens olarak doğan dilenci gibi davranmamalı. Yüksek rütbedeki insan altındakilere kötü örnek olmamalı; küçük eşek saman yemeyi büyük eşekten öğrenmez mi?”
Basile’nin masallarından uyarlanan Tale of Tales/Masalların Masalı adlı filmde işler birazcık tersine dönüyor: Kıssaları tuhaf bir vurdumduymazlıkla -ilerlemeyen, bilinçli olarak bir türlü ‘akmayan bir kurguyla- anlatan, Aristocu tragedya anlayışından özenle uzak duran bu soğuk ve kuru film izleyiciye sanki ‘burada hisse falan yok, boşuna aramayın’ diyor!

Ama işte tam da bu nedenle, iyi ve kötü yanlarıyla Arap Baharı’nın yaşandığı, Avrupa’da solun yeniden yükselişe geçtiği, en eskisinden en yenisine kadar tüm sarayların halkın gözünden düştüğü bir zaman diliminde üç komşu sarayın, üç krallığın tuhaf yozlaşma hikayelerini böyle bir estetik tavırla anlatan filmin kendisi başlı başına bir hisseye dönüşüyor.

Geleneksel masal yapısını Godard’ın önerisini -”Politik filmler değil, politik yöntemlerle filmler yapmalıyız.”- anımsatacak biçimde kıran böyle bir filmi ‘saray eşrafı’yla izlemeyi çok isterdim doğrusu... Film bittikten sonra da kendi masallarımızı paylaşır, hisseler hakkında konuşurduk. Mesela: Kralın biri bir gün pireye dönüşüp insanların kanına musallat olmaya karar vermiş…