Fırtına uyarıları yapılıyor sürekli. Birkaç gece evvel sabaha karşı uyandıran o fırtına neydi öyle? Eminim pek çok kişi uyandı ve benim gibi bir daha uyuyamadı. Fırsat bu fırsat deyip Romain Gary‘nin‚ Beyaz Köpek‘ romanını bitirdim o gece. Irkçılıkla ilgili bir roman, siyahlara saldırmak için yetiştirilmiş bir köpeğin değişimi... Romanda Jean Seberg de var, Romain Gary‘nin eşi. Jean Seberg siyahların hakları için mücadele etmiş dönemin ünlü sinema oyuncularından biriydi. Eşi için şöyle yazmış hüzünle Romain Gary: “Cesaretimi yitirmiş değilim. Ama hayata olan taşkın bağlılığım Jean‘le ilişkimizi çok zorlaştırıyor; yardım edemediğin, değiştiremediğim, ama terk de edemediğin bir kadını sevmek ne kadar zor.”

YABANCILAŞMA

Sonra Ali Smith‘in‚ Sonbahar‘ romanına geçtim, o da yarım kalmıştı. Romanın bir yerinde şöyle yazmış Ali Smith: “Bunların hiçbiri yaşam değildi.Yaşam mı? Yakalamak için çalıştığın şeydi, senden biraz uzağa konmuş bir nesnenin yoğun mutluluğuydu.” Bu ülkede ve dünyanın pek çok yerinde yaşayanlar için tam da böyleydi yaşamak. Ekran bağımlılığını açıklayan bir şey, yakalamak için çalışılan şeyin karşısında kalakalmak. Yabancılaşmanın anlamı da değişti artık. Byung Chul-Han‘ın yazılarında sık sık dile getirdiği gibi, dünyaya ya da emeğe yabancılaşmanın çok ötesinde, kendine yabancılaşma, kendi kendinden yabancılaşma. İnsan bedenine ve kişiliğine optimize edilecek, daha doğrusu sömürülecek bir nesneymiş gibi davrandığında öz-yıkım da kaçınılmaz olur.

HAYATA KARIŞMA

Yabancılaşma acı çekme ihtiyacını dayatır, çünkü karşılaştırmalardan ve yetersizliklerden yola çıkar. Dijitalleşen dünya, insanın ilişkisel bir varlık olduğunu unutturmuştur. Ötekiyle ilişkisini hep fayda üzerine, ekonomik ya da kariyer beklentisine göre kuran biri, belki günümüzün rasyonel insan özelliklerini karşılar ama bu tutum kendine yabancılaşmasına da neden olur. İçten içe hep acı çeker ama bu acıdan kaçmak için oyunlar, diziler, alkol, uyuşturucu, sosyal medya, kişisel gelişim endüstrisi yardımına koşar, sürekli bir şeyler yapma ihtiyacı... Ötekiyle gerçek bir ilişki kurulabildiğimde, aşkta olduğu gibi insan kendinden çıkar, ötekiye doğru hamle hayata karışmayla sonuçlanır. Romain Gary, romanında piton yılanından bahsediyordu: “İnsan ya da piton derisine sıkışıp kalmak öyle berbat bir talihsizlikti ki, bu sıkıntıyı paylaşmak aramızda gerçek kardeşlik hissi oluştururdu.” Bu berbat talihsizlik, rasyonel insanın kaderiymiş gibi görünüyor.

İKİNİN SAHNESİ

Ne zamanki dünyayı aşkta olduğu gibi ötekinin de bakış açısından görmeye, keşfetmeye, hatta yeniden yaratmaya başlarız, o zaman yabancılaşma da sona erer. Çünkü tanıdık olanı terk etmişizdir. İnsanın kendini keşfetmesi, kendisiyle yapabileceği bir şey değil çünkü. Romain Gary‘nin bir piton yılanıyla bile yaşadığı o kardeşlik hissinden mahrum kalmak… Günümüzde sıkça yaşanan ilişki sorunlarının temelinde de bu gerçeklik yatar. Alan Badiou, ‚Aşka Övgü‘de aşkı“iki‘nin sahnesi“ olarak tanımlamıştı, ama çoğu kişi bir olma derdindeyken, tek başına kendiyle boğulurken ötekini de aşağıya doğru çeker.

Fırtına şiddetini arttırıyordu. Ali Smith, romanında şöyle yazmıştı: “Ülkenin dört bir yanında, olup bitenler, bir fırtınada yüksek gerilim hattından elektrik yüklü bir tel kopmuş da ağaçların, çatıların, trafiğin yukarısında havayı kamçılıyormuş gibi çırpınıp duruyordu.” Sanki gerçekten de öyleymiş gibiydi. Telefonuma sürekli yeni uyarı mesajları geliyordu. Ama asıl fırtına içerideydi, konuşulsun ya da susulsun, sürekli bir uğultu…