Geçen hafta bu köşede iznimin bir kısmını kullandığımı okumuşsunuzdur. Böyle bir şeye alışkın olmadığım için, haber vermeyi de unutmuşum. Allahtan buradaki arkadaşlarım ciddi insanlar. Aslında o kadar beklenmedik bir geziydi ki, ben neye uğradığımı anlayamadan bitti. Büyük kısmında Barış Kaya ile maceralara atıldık. Çoçukken okuduğum “İki Çalgıcının Seyahati”nin kahramanları gibi: Alfred Müller, Friedrich Schüller. Londra’daki son iki günde Vedide Kaymak’ın misafiriydim, Sevinç Baloğlu ise gündüzleri dolaşma arkadaşım.

Peki, ben nasıl oldu da yâdellere gidebildim. Eh, arkadaşların evinde kalarak. Barış’ın uçak dahil her türlü vasıtanın biletlerini önceden alması ayrı bir hediye oldu. Şahsi tahminim, önümüzdeki yıla kadar toparlanamaz.

Ama çok güzel gezdik. Uçak mühendisi Barış Kaya, bir süredir Chester’da kalıyor, Airbus’ta çalışıyor. Zaman zaman, “küçük güzel Chester’ım” gibi mesajlar atıyordu ama ne kadar güzel olduğunu anlamamışız. 21’inde buradan çıktım, Manchester’a gittim. Yürüyen merdiveni bile olmayan, serapa merdiven bir havaalanı... Kocaman da bir kuyruk. Sonunda buluştuk, Chester’a gittik. Sahiden de küçük, ayrıca tarihi ve çok güzel bir şehirmiş. Ve de yemyeşil...

Program uyarınca ertesi sabah Edinburgh’un yolunu tuttuk (Halk ‘Edinbor’a diyor). Fakat İngiltere’de ve İskoçya’da tren yolculuğu bir harika. Cama yapışıp kaldım. Koyun, kuzu ibadullah. Kuzu mevsimiymiş demek. İlham alıp William Blake bile okuduk: “Little lamb who made thee?” Sonunda Edinburgh’a vardık, çok güzel, eski bir otelde kaldık. Ama zaten Edinburgh’da ‘yeni şehir’ bile eski. Cidden harikulade bir yer. Şansımıza hava güneşli, ısı da 18 dereceydi ve halk kendini sokaklara atmış, çimenlere serilmişti. Ciddiyeti elden bırakmayıp çay bahçesi iskemlesinde oturduk. Barış bana merdiven indirip çıkarmamak, beni az yürütmek için hayli çaba harcadı. Sanki iklim de iyi gelmişti, hayret.

Bir gece kaldık, ertesi gün Chester’a döndük. Demiryolunun bir kısmı yapılıyormuş, ilk bölümü otobüsle gideceksiniz dediler. Otobüs hareket eder etmez arkadaki tarife gelmez bir grup (iki erkek, iki dişi) hava yok diye acil çıkış camını kırdı. Şoför polis çağırdı, başka otobüs istedi. Yedi buçukta varmamız gereken Carlisle’a sekizde vardık. Son trendi, herkes deli gibi koşuyordu. On yıldır ilk defa olsa gerek, ben de elli metre kadar koştum. Hâlâ inanamıyorum.

Ertesi sabah Barış biraz yorgun gibiydi, ben adeta sürünüyordum. Gene de programa uyduk, trenle Liverpool’a gittik. Tam bir işçi şehri: İnsanlar cana yakın, yardıma hazır, samimi. Albert rıhtımını fethettik. Ben bir ara yürüyerek oradan çıkamayacağım endişesine kapılmıştım ama, demek Allah kuvvetini veriyor. Şehir müzesinin girişinde, 65-70 yaş ortalamasında Amerikalı folkçular çalıyordu. Sağa-sola bir baktık. Bende hal kalmamış, çıktık. Dışarıdaki renkli hayvan heykelinin kaidesine çöktüm. Meğer ıslakmış. Sonradan anladık, kuruması da epey sürdü. Neyse ki, Liverpool da güneşliydi. Liverpool Tate’e gittik, kafesinde yemek yedik, müşkülatla Cavern Club’a vardık. Beatles’ın sahneye ilk çıktığı yer, tavaf etmek şart, tabii. Bira içecektik ama nasip olmadı, merdivenler pek dikmiş. Gene de epey eğlendik, Lennon heykeliyle fotoğraf çektirdim.

Sonra da ben çok yoruldum diye, Barış beni Odeon sinemasına, Mad Max: Road Fury’ye soktu. Memnun kaldık doğrusu. Çıkınca kuzu kuzu St. James İstasyonu’na gidip Chester yolunu tuttuk. Ertesi akşam da Londra yolcusuydum zaten. Derim ki, yurtdışında iyi arkadaşlarınız varsa, hiç durmayın.