İktidar can ve mal derdinde
Böyle bir dönemde, pro-emperyalist bir yaranma moduna girilerek NATO bünyesinde Ukrayna yanlısı/Rusya karşıtı bir askeri konumlanmaya geçilmesinin doğuracağı riskleri, Türkiye'deki iktidar bloku kendi bekası ve iç otoriterleşmesi açısından "yarar" hanesi ağır basan bir gelişme olarak değerlendirebilir. İçerdeyse, 2015 Haziran-Kasım dönüşümü gibi iktidar etrafında bir milliyetçi/militarist toparlanmaya fırsat vermesini ve artık göstermelik olacak seçimlerde yenilmezlik ünvanını geri kazanmayı umabilir.
Dünya ve bölge kızışırken, AKP iktidarı can ve mal derdinde. "Can derdi", iktidarını koruyabilme çırpınışlarının diğer adı. Bunun için iç siyasette ve dış politikada bildiği bütün "becerileri" kullanmak durumunda. Genellikle dış politika iç siyasete malzeme yapılır. Ama iç siyasetin (TSK'ye kumpaslar, vs. ve şimdiki "amiraller davası") de dış politikada emperyalizmin desteğinin alınması için elverişli bir malzeme olarak kullanılageldiğini biliyoruz. Şimdiki durum kısmen bunu da yansıtmaktadır.
Kısmen de, yalancı çobanın "kurt geliyor" sahte feryatları gibi "darbe hazırlanıyor" kumpaslarının içeride bıkmadan tedavüle sokulmasıdır. Anamuhalefeti dahi darbecilikle suçlayacak kadar bir gözü dönmüşlük, kurmaca suçlamaları desteklemek için ucuz video montajları hazırlamaya varan pespayelikler söz konusudur. AKP dönemindeki tek gerçek darbe teşebbüsünün kendi içinden çıktığını ve bunun siyasi ayağının üzerine hiç gidilmediğini de millete güya unutturarak...
Gerçi asıl mesele gene de hâlâ Batı'ya kendi vazgeçilmezliğini kanıtlama ihtiyacıdır. Ama artık emperyalizmin talepleri, içerde görece bağımsızlıkçı bir ordunun susturulmasından (ki çoktan halledilmiştir) daha öteye gitmektedir. Montrö Boğazlar Sözleşmesi bunlardan biridir. PYD/YPG devletinin AKP iktidarınca kabullenilmesi diğeridir. Doğu Akdeniz'de, Kıbrıs'ta, Libya'da AKP iktidarının Batı'nın talepleri doğrultusunda davranması esasen uygulamaya girmiştir. S-400'ü zaten unutun, pazarlık unsuru olarak dahi değeri aşınmıştır; ilişkilerin görünür bir tortusudur sadece. Asıl mesele, ABD'nin AKP Türkiye’sini Karadeniz'de Rusya karşısında hizalandırabilmesidir. Soğuk Savaş döneminde bile talep edilmeyenler, artık sonu olmayan bir talepler listesine alınabilecek durumdadır. İktidara tutunabilmenin yani "can derdinin" bedeli bu denli yükselmiştir.
YAĞMAYA SUS PAYI
"Mal derdi" ise iktidarını sürdürebilmenin kaçınılmaz bir aracıdır. "Rant dağıtma" sisteminin veya yağma/talan düzeninin artık artan oranlı olarak sürdürülebilmesinden başka iktidara tutunma yolunun kalmamış olmasını anlatmaktadır. Herkes yağmadan pay istiyor; irili-ufaklı, az veya çok. Kimileri çoklu maaşlar ve yüksek hakkı huzurlu yönetim kurulu üyeliklerini kapışıyor (ki bunlar, "mansıp sahipleri" arası rekabetleri körüklüyor; rekorun 9 farklı gelir olduğunu sanıyordum, üç gün önce TV'den 41'e kadar çıkabildiğini duydum! Kim eski bir güreşçinin altında kalmak ister ki?) kimileri yüksek ünvanlı kariyerlerle veya ek kariyerlerle (yani örn. emekli milletvekili olmak yetmiyor, buna ek kariyerler gerekiyor) tatmin olabiliyor; kimileri iş takipçiliğiyle veya komisyonculukla ihya oluyor; kimi irili ufaklı ballı ihalelerle, daha büyükleriyse Yap-İşlet-Devret türü döviz garantili talanlarla meşgul oluyor; kimi arsa rantlarıyla, özelleştirmelerle kollanıyor; kimi bol kepçe krediler ve mali teşviklerle besleniyor vs., kimileri de bunların bir kaçına birden göz dikiyor. Bu yağma düzeni sonuçta kaçınılmaz olana varıyor: Rant alanları daralıyor ve rekabetler kızışıyor; iktidar alanının içiçe geçen halkalarında, çeşitli çıkar ve nüfuz çatışmaları ortaya çıkıyor. Bunların bir kısmı su yüzüne de çıkmaya başlıyor. Bu çatışmaların yönetilmesi de giderek kontrolden çıkabiliyor. Başka deyişle, yeni yeni kurullar/komisyonlar oluşturmak (ki buna sıklıkla başvuruluyor) ve yeni yönetici pozisyonları yaratmak da derde deva olamıyor.
Yağma düzeninde kurulan sofralar ve menüleri çok farklı kuşkusuz. Beşli çetenin oturduğu sofraya, taşrada birkaç yüzbin veya birkaç milyon liralık küçük ihaleler kovalayanların yaklaşması bile mümkün olamıyor. Ama bu sonuncular sayıca daha çoklar ve teşkilatın/yerel yönetimlerin oluşmasında etkinler. Üstelik aralarında hızlı büyüme sevdasında olanlar da yok değil. Aralarına bazen sıfırdan başlayan çulsuzlar dahi girebiliyor. İşte Kürşat Ayvatoğlu adlı gencin serüveni; videosu çıkmasa belki iktidarın eteklerinde gül gibi geçinip gidecekti; ama mesele şu ki onun gibi binlercesi var. Herkes kendi çapında yağmadan sus payını almak istiyor. Kimisi ihale vurgunundan sebeplenmek istiyor; kimisi de büyük vurgunlara, en tepelere kadar çıkan ihale komisyonlarına tanık olmanın sus payını almaya çalışıyor; kimisi işe adam yerleştirmeyi bile kazançlı bir ticarete dönüştürebiliyor.
Eski Sayıştay Uzman Denetçisi Kadir Sev dostumuz 7 Nisan'da Sol Gazete'de yer alan yazısına "Bu memlekette yağmayı anlatmak çok kolay. Bir gündeki gelişmelerden birkaç örnek sıralamak yetiyor. Dün Resmi Gazete’de, özelleştirmeyi ilgilendiren 12 adet Cumhurbaşkanı Kararı yayımlandı" diyerek başlıyor ve Resmi Gazete'yi izleyerek bile yağmanın günlük olarak izinin sürülebileceğinin bu 12 örnek üzerinden (ki aralarında Datça'nın yağmalanmasının yeni örnekleri de var) analizini yapıyor. Bir başka açıdan bakılırsa, yağmanın bu kadar sıradanlaşmış, hızlanmış ve pervasızlaşmış olması genel bir ahlâki çürümenin parçası ve bu anlamıyla da çok ürkütücü. Dinci geçinen AKP iktidarının bu ahlaki çürümenin asli unsuru olması ise toplumsal muhalefetin odaklanması gereken asıl noktalardan biri.
Gerçi bazen sus payları herkesi kesmiyor veya kiminin midesi/vicdanı kaldırmıyor, partiden/siyasetten kopuyor; bazılarıysa gidip başka yerde siyaset yapıyor. Kimileri, "Ne istediniz de vermedik"le yetinmiyor; daha fazlasını, hatta iktidarın kendisini isteyebiliyor; Cumhuriyet'in en kanlı darbesine girişebiliyor. O tarikat bastırılınca başkaları yerini dolduruyor. Hatta darbeci tarikatın üyelerinin temizlenmesinde bile seçmeci davranılıyor; bazı unsurları hâlâ iktidarın yamaçlarında tutuluyor. Tarikatlar koalisyonundan ise vazgeçil(e)miyor; Diyanet İşleri Başkanı’yla fetva yarışına giren cami imamları, tarikat şeyhleri türeyebiliyor. Taban daraldıkça ve ideolojik çöküntü büyüdükçe, dincilikte daha radikal görünen ama aslında daha fazla paraya ve güce tapanlar yedeğe alınmaya mecbur kalınıyor.
RÜŞVETİN TARİHÇESİ
Yağma sistemini genel anlamda bir siyasi/ekonomik rüşvet sistemi içinde değerlendirmek de mümkündür. Rüşvet dar anlamda, devleti temsil eden kamu görevlisinin yetkisini kötüye kullanarak haksız kazanç elde etmesidir. Bunun, zaten yapılması gerekeni yaparken çıkar sağlamak (adi rüşvet) ile yapılmaması gerekeni yaparak çıkar sağlamak (ağır rüşvet) gibi ikili bir temel ayırımı vardır. (Ahmet Mumcu, Osmanlı Devleti'nde Rüşvet, İnkilap Kitabevi, 1985, s.12). Kamu otoritesini temsil edenlerle ulusal/uluslararası kapitalist şirketler arasında komisyonculuk ilişkilerinden işe adam yerleştirmeye, devlet kadrolarının pazarlanmasına kadar da boyutlanabilir.
Rüşvet geleneği sınıflı toplumlar kadar eskidir. Kapitalizm-öncesi toplumlarda, tüm feodal Ortaçağ devletlerinde çeşitli yaygınlık derecelerinde görülür. Hâkim sınıf katmanları arasında karşılıklı biat ilişkileri, feodal hediye-ihsan sistemi, rüşvetin "legalleşmiş" biçimlere dönüşebileceğini de gösterir. Görece merkezi feodal bir toplumsal örgütlenme modeline sahip olan Osmanlı'da, askeri/idari örgütlenme tarzının ve vergi tahsil yöntemlerinin daha fazla imkân tanımasıyla rüşvetin daha sistematik biçimleri ortaya çıkarabilmiştir. Osmanlı'da en yaygın biçimleri, kamu hizmetinde tâyin ilişkilerinde, dirlik tahsis düzeneğinde, vergi toplama işlerinde, özellikle ayni ve bedensel yükümlülükler alanında, iltizam ihalelerinde/mültezim seçiminde, adalet hizmetlerinde görülmüştür. (Bakınız, varlıklı Fetöcülerin ceza görmemeleri örneği!).
Osmanlı'da erken örneklerinden birinde, Orhan Bey döneminin (1324-62) Bursa Kadısı Çandarlı Kara Halil Paşa'nın kurucusu olduğu askeri "Yaya" sınıfına adam yazmak için rüşvet aldığı söylenir. (A.Mumcu, s.83). Kanuni Sultan Süleyman devrinin sonlarına doğru artık rüşvetçilik devleti sarmış ve sıradanlaşmıştır. F. Braudel (La Méditerrnanée..., 1976, Paris, C.2, s.65), "Fransa'daki 'asalet mektupları', tımarları utanmadan mükerrer dağıtmaya ve 'ecnebileri'/ yabancıları kayırmaya kadar giden bu fermanlar yanında hiç kalırdı" derken, "Sadrazam Rüstem Paşa bir buğday kaçakçısıydı" notunu da düşmektedir (Buğday ihracatının devletçe yasaklandığı kıtlık günlerinde bu yasağı delen bizzat devlet ricalinin başıydı). 17 ve 18. yüzyıllar, rüşvetin daha da yayılıp adeta paralel bir illegal hukuk sistemine dünüşmesinin de tarihidir. Rüşvetle kararlı bir mücadele ancak Tanzimat'ı izleyen dönemde benimsenecektir; ama yüzyılların virüsünden kurtulmak kolay olmayacaktır. Bugünün yeni-Osmanlıcıları da başka yerden feyiz alacak değillerdi elbette!
Kapitalist çağda rüşvet hem geleneksel biçimini korur hem de biçim değiştirir: Gelişmiş kapitalist ülkelerde toplumsal denetimin etkisiyle küçük rüşvetler silinirken, "işlem sayısı" azalmış ancak "işlem" hacimleri büyümüştür. Ülke içi olduğu kadar ülkeler arası boyutları da oluşmuştur. Ulusötesi şirketler ile ulusal devletlerin yöneticileri arasında işleyen ilginç rüşvet çarkları kurulabilmiştir. Çevre ülkelerindeki siyasi yöneticilerse, eğer bir devrimci/sosyalist ahlâkı temsil etmiyorlarsa, yozlaşmaya daha yatkındırlar. Dinci bir söylemleri olması bu eğilimi değiştirmez, tam tersine, dinin arkasına saklanmak imkânı verdiği ölçüde kolaylaştırır. Cüzdan ile vicdan arasında sıkışılıyorsa, galibi hep birincisi olur.
SICAK ÇATIŞMA RİSKLERİ BÜYÜRKEN
Gelelim şimdiki zamana. İçerde kirli bir düzen yaratılmasının dışa yansımaları da olur, dış baskıları kolaylaştırır. İçerde kritik karar kademelerinin azaltılmış/ tekleştirilmiş olması, dış baskıların onlar üzerinde yoğunlaştırılmasına yol açar; çünkü olmayan "Bakanlar Kurulu"na veya TBMM onayına sığınma olanakları dahi yitirilmiştir.
Dış politikayı ilkeli zeminlerde sürdürme gelenekleri terk edilmişse, Cumhuriyet'in kuruluş belgeleri ve dış politika kazanımları küçümsenmekteyse ve tam da böyle bir dönemde bölgede sıcak çatışma riskleri büyümüşse, kararlarda tek belirleyici gözüken siyasi figür birbirine hasım güçlerin tazyikleri arasında daha fazla sıkışmaya maruz kalacaktır. AKP Türkiye’si böyle bir noktaya sürüklenmiş durumdadır.
Çin Denizi'nden Akdeniz'e, Boğazlardan Karadeniz'e, Suriye'den Ukrayna'ya kadarki ihtilaf konuları büyük güçler arasında açık meydan okumalara dönüşmeye başlarken, kutuplaşmalar keskinleşirken, 2019'da Erdoğan'ın başlangıç vuruşunu yapması ve son haftalarda Meclis Başkanı’nın topa girmesiyle Montrö Boğazlar Sözleşmesi'nin tartışılabilir ve bir kararnameyle değiştirilebilir olduğunun ifade edilebilmesi, kendi ayağına kurşun sıkmaktan farksızdır. 85 yıldır yürürlükte olan, II. Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş gibi büyük badirelerin yaşandığı dönemlerden başarıyla geçen, Karadeniz'in kilidini Türkiye'ye veren ve Karadeniz'in bir barış gölüne dönüşmesinde belirleyici olan bir sözleşmenin küçümsenmesi kime hizmet edecektir? Bu sözleşmeyi asla benimsememiş olan ABD'ye değil mi?
Peki bu yanlışa dikkat çeken emekli diplomatları ve özellikle de emekli amiralleri kriminalize ederek kendi iktidarına yeni baskılar için yeni siyasi meşruiyet alanı yaratmaya çalışan bir iktidar kime hizmet etmektedir? Kendi bekasına, kendi "can derdine" hizmet ettiği dahi kuşkuludur.
Montrö Boğazlar Sözleşmesi ilk 20 yılın ardından, eğer itiraz yoksa, her beş yılda bir, beş yıllığına yenilenmiş sayılmaktadır. İçinde bulunduğumuz beş yıllık dönemin 9 Kasım 2021'de dolduğunu ve varsa itirazların son üç ayda (Ağustos başında) yapılabilir olduğunu bildiğimize göre bu sözleşmeyi tam da bugünlerde tartışma gündemine getirmenin maksatlı olmadığı söylenebilir mi? Karadeniz'de Amerikan ve NATO varlığının zayıflığından yakınan olağanüstü yetkilerle donatılmış bir Cumhurbaşkanı, Türkiye açısından bir tedirginlik kaynağı değil midir?
ABD'nin iki savaş gemisinin Karadeniz'e geçeceği bugünlerde Putin'in Erdoğan'a Montrö Sözleşmesi hassasiyetini belirtmesi, AKP'nin büyük güçler arasındaki valsinin sonuna gelindiğini gösteren işaretlerdendir. Rusya'nın Ankara Büyükelçisi’nin geçen hafta, hem Montrö Sözleşmesi hem de Kanal İstanbul konusunda ülkesinin yaklaşımını açıklaması ve -böyle bir niyeti sezdiklerinden ve aksi AKP iktidarınca resmen açıklanmadığından olsa gerek- Kanal İstanbul'un Montrö'yü delemeyeceğini açıkça ifade etmiş olması, yükselen tansiyonun bir göstergesidir. Gerçekten de, Kanal İstanbul'un Montrö'yü tartışmaya açma riskinin ve iktidarın buna dair hesaplarının olmadığı söylenemez. Kanal İstanbul, Çanakkale Boğazı'na da alternatif kanal yaratma heveslerini canlandırabilir ve üzerindeki baskılar artacak olan Türkiye'yi emperyalizmin ileri karakoluna dönüştürebilir.
SONUÇ
Böyle bir dönemde, pro-emperyalist bir yaranma moduna girilerek NATO bünyesinde Ukrayna yanlısı/Rusya karşıtı bir askeri konumlanmaya geçilmesinin doğuracağı riskleri, Türkiye'deki iktidar bloku kendi bekası ve iç otoriterleşmesi açısından "yarar" hanesi ağır basan bir gelişme olarak değerlendirebilir. İçerideyse, 2015 Haziran-Kasım dönüşümü gibi iktidar etrafında bir milliyetçi/militarist toparlanmaya fırsat vermesini ve artık göstermelik olacak seçimlerde yenilmezlik ünvanını geri kazanmayı umabilir.
Eğer niyetler böyleyse, bunlar çok tehlikeli maceralar olacaktır. Rusya ile hasımlaşmasının hem Suriye'de (İdlib) hem Karadeniz ve Akdeniz'de karşılıkları olacaktır. Türkiye'yi Rusya ile karşı karşıya getirmenin büyük siyasi maliyetini kim ödeyecektir? "Yurtta Barış, Dünyada Barış" ilkesini bir daha geri dönülmez biçimde terketmenin sorumluluğu nasıl taşınabilecektir?
Mevcut iktidar, zaaflarının dış güçler tarafından sömürülmeye açık olması bakımından, ülkenin bir güvenlik sorununa dönüşmüştür.