Kitap fuarları olmasa, yarı yarıya karmaşıklığa terk edilmiş kütüphanem nasıl düzelecek acaba? Her fuarın ardından yeni aldığım torbalar dolusu kitapla eve dönüyor ve “Allahım, ben bunları nereye sığdırsam?” diye düşünüyorum. Bu sefer de iki ayrı fuar gününün ardından hem sevinçten içim içime sığmayarak, hem de kule olmuş kitapların kafama yıkılıp beni boğduğu kâbusunu peşinen yaşayarak eve döndüm. İkincisinde kardeşim de evde yoktu, dolayısıyla izleri örtme vaktim oldu. Ama açıkçası, arkamdaki kitaplığa pek sığmadılar.

Ben de acil bir karar almak zorunda kaldım. Pazar günü, davetim üzerine kalkıp gelen (Vodafon Maratonu’ndan bihabermiş, metrobüsle ikinci köprüden gelmiş) Bekir’le işe giriştim. Derken “yüzümü görmeye” Ercan da geldi ve yüzümden ziyade kitap kapakları gördü. Sonuçta küçük girişte ikişer sırayla hayli raf kaplayan çeviri yabancı kitapları sıra sıra aşağı indirdik, alfabe sırasıyla yerleştirdik. Bunu yaparken de, yardımcılara ilk seçme şansı tanıyarak, güneydeki iki arkadaşıma eskili-yenili kitaplar ayırdım (toplam üç koli). Ukalâlık gibi olmazsa, İngilizce orijinallerini tercih edeceğim kitapların Türkçelerini de ayrılanlar arasına koydum. Ama çevirmenleri hatırına ya da herhangi bir yazıda, araştırmada alıntılarına ihtiyaç olacağı düşüncesiyle, çoğunu da muhafaza ettim.

Bu sayede iki artı 4/5 raf kazandım. İkişer sıralı dizdiğimi de hemen hatırlatayım.

Kitap fuarları, dizlerimin bile engelleyemediği bir mutluluk kaynağı benim için. Bu arada, üç aylık ameliyatlı sağ dizim de upuzun iki günde (arabayla cehennemin dibine gitmeyi de sevmiyor aslında) parlak bir sınav verdi. Arada oturup dinlensem de hant hant dolaştım diyebilirim. Pazar günü ikinci gidişim iki buçuk saat sürdüğü için fuara hayli bitap halde varmıştım. Sezgin beni almaya kapıya geldiğinde, “Ben ne halt ettim de geldim?” ruh haleti içindeydim. Ama iki yıl önceydi sanırım, İş Sanat sahnesine neredeyse iki büklüm çıkan, çaldıkça duruşu dikleşen, aslan kesilen Sonny Rollins gibi ben de düzelmeye başladım. Doğruldum, ağzım yavaş yavaş kulaklarıma vardı, dişler uzadı. Utanmasam zıplaya zıplaya gidecektim, neyse ki pek olmuyor. Mutluluğun beden üzerindeki etkisinin somut bir örneği.

İlk hafta Murathan’a “Harita Metod Defteri”ni imzalatmaya cehennemin dibindeki imza salonuna gidip döndüğümde çok yorulmuştum. Ama sevgili bir arkadaşa, sevilen bir yazara fuarda kitabını imzalatmanın tadına da doyum olmuyor. Pazar günü de Ahmet Büke, Adnan Özyalçıner (bir kitap da Sennur’un yerine), İrem Uşar, Karin Karakaşlı, yıllar sonra nihayet Anais M. Magaryan’ın imzalarını aldım. Ebru’yu (Akkaş Kuseyri) bulabilsem ona da ilk kitabı “Turuncu Teyze”yi imzalatacaktım. Benim için önemli, çünkü ilk yazısını kendisinin de dediği gibi ona ‘cebren’ yazdıran bendim. İnsan yazı yazmak için her türlü donanımı olan birinin geride durmasını anlamakta zorluk çekiyor.

Bu arada, şimdiden bir sonraki fuarı heyecanla beklemeye başladım. Bir sürü kitap bir arada, daha da iyisi, bir sürü arkadaş bir arada. Kimilerini yılda bir görüyorum zaten. Hepsini yakalamak da elbette mümkün olmuyor. Oradan yüklenilip getirilen kitapların akıbetine gelince, malum ev küçük, seneye tavandan iple sarkıtılan kitaplık projesine girişeyim diyorum.