Madenci katliamını düşünüyorum da, devletin Işid’e tavrından farklı gelmiyor.

Madenci katliamını düşünüyorum da, devletin Işid’e tavrından farklı gelmiyor. Kâr uğruna işçiler ölmüş, yüksek milli menfaatler uğruna insanlar ölmüş, evlerinden yurtlarından olmuş, fark yok… Rojava gibi bir modelin Ortadoğu’da bütün dengeleri değiştireceğinden çekiniliyor, öyle değil mi? Ya Işid modeline göre şekillenecek her şey ya da Rojava modeline göre. Hayata düşman olanlar ile hayatı savunanlar arasındaki savaşın belki de en açık hali, Kobane’de yaşanıyor bugün.

Işid, oynanan satrançta istenilen fırsatı sundu emperyalistlere, bedenlerinin Tanrı’nın enstrümanı olduğuna inanmış, dilediklerince kafir diye tanımladıkları insanları öldürerek... Onlara göre herkes kafir, kendi çektikleri propaganda videolarında söylüyorlar, demokrasiye inanman bile kafir olman için yeterli. Tanrı’nın arzusunu yerine getirdikleri için masum olduklarına dair bir şüpheleri de yok, cennetin onları beklediğinden eminler. Sınıra dizilmiş, gazetecilere poz veren, halka gaz bombaları atan askeriyle, devlet adamı da inanıyor masum olduğuna, çocukları severken pozlar veriyor, yüzünden gülümseme eksik olmuyor hiç. Şimdi siz inanıyor musunuz, Sivas’ta insanlar yakılırken askerlerin çaresizlikten seyrettiğine, Dersim Katliamı’nın sona erdiğine, tehcirin tarihin kanlı sayfalarında kaldığına?..

Ortadoğu, emperyalistlerin satranç tahtasına dönüştürüldüğü için değil mi tüm bu yaşanılan acılar? Bir satranç tahtasında çocuk olmayı düşünüyorum, o çocuğu korumak için canlarını feda eden Arîn Mîrkan gibi genç kızları ve delikanlıları, oyun devam ettiği sürece ölmeye devam edecek olanları… Bu oyunun bozulmasından, satranç taşlarının devrilmesinden başka bir çözüm gelmiyor aklıma. Satranç tahtasını devirecek şey de halkın devletlerden medet ummayı bırakmasıyla, Lacan’ın dediği gibi olmayan “büyük öteki”yle bağlarını koparmasıyla, satranç tahtasındaki taşlar kadar yalnız olduğunu anlayarak siyaset yapmasıyla mümkün olacak bir şey.

Foucault, sürrealist Michel Leiris’in “gülünç kökcükleri”nden bahseder bir yazısında; hepimiz aklıselimiz ya, dünya sınıf ve biz de o sınıfın öğrencileriyiz ya, defterimizdeki yazılı cevaplardan yola çıkarak soru sormamız öğretilmiş ya, pedagojik modelin tahakkümü işte böyle böyle kurulur diyor Leiris, ufak pislikler ve iğrenç gizli anlaşmalar yığını içinde… Foucault’ya göre, minik, tekrarlanan alçaklıklar, budalalıklar, kendini beğenmişlikler ve yaltaklanmalarla oluşan düşüncenin toplumumuzdaki oyununu deşifre etmediğimiz sürece, bize dayatılan bu iğrenç ahlakı sürekli üretiyor olacağız.

Turgut Uyar, “Acının Coğrafyası”nda, çığlıkların nasıl insanın içinde uzun uzun kaldığından bahseder, “kim gelirse gelsin acıya hep yer vardır” der ya hani… İşte o acının içine yerleşmeden, o acının içinden bakmadan ne söylense boş, “sabahın terazisi eksik tartar” bütün gölgeleri… Şiirinin sonunda, “biliyor musun güçlü dağları görmenin zamanıdır / şimdi bir bağırsan çok iyi biliyorum / ya da üst üste silah atsan / kent tepinir belki bütün kuşlar uçar / belki değil mutlaka / ama / bir tanesi mutlaka kalır” der ya, kentler Kobane için öyle tepiniyor işte, bütün kuşlar uçuyor… Şiirdeki o kalan kuşla konuşuyorum ben de “gece duruşması”nda, ona anlatıyorum düşündüklerimi, hissettiklerimi… Farklılık serbest bırakılmadıkça, dağınık ve göçebe bir çoğulluk düşüncelerimize sızmadıkça, uçmaya niyeti yok. Çünkü uçmak, düşünmek gibi ne teselli eder, ne de mutlu kılar. Teselli edilmekten vazgeçilmediği sürece “acının coğrafyası”nda uçulamayacağını bildiği için belki de… Ama o da biliyor vaktin azaldığını, böyle giderse uçulacak bir göğün kalmayacağını… Sabah olduğunda ya birlikte uçarız, ya da hiç…