Günümüzde o kadar sık kullanılmıyor.

Bizim neslin (78 kuşağı diyelim) devlet insanlarının ağzından işittiği "resmi jargon"da bıkkınlık verecek derecede yeralan şu lâf vardır:

"Kanun ve nizam hakimiyeti..."

İngilizce'de de yaklaşık şöyle bir tabirle ifade edilir:

"Law and order"

Yani, kanunların egemen olduğu ve düzenin kanunlar çerçevesinde sağlanabildiği bir ortam.

Zaten, kanunlar da ne için vardır ki?

Ancak, demokrasisi gelişmemiş daha doğrusu demokrasinin egemen faşist güçler tarafından dinamitlendiği ülkelerde şöyle iki tehlikeli ve "arızalı" durum söz konusudur.

Birincisi; Kanunları yapan egemen sınıflar, bunları hep kendilerini kollamaya yönelik bir içerik ve biçimde yaparlar. Başka bir deyişle, ezen sınıfın isteklerini ve korunmasını içeren, ezilenleri hedef alacak onların haklarını gözardı eden kanunlar yapmak, bu tür ülke parlamentolarının adeta birincil görevidir.

İkincisi ise; Bu tür rejimlerde hukuk, hep ezilenlerin ve yönetilen çoğunluğun aleyhinde çalıştırılmak suretiyle, kanunları hayata geçirmek söz konusu olduğunda, bu hakim sınıfların lehine uygulanır.

Bugün Türkiye Cumhuriyeti'ndeki durum, bu iki arızanın da ötesine geçmiş ve bizatihi "Kanunun da, nizamın da ayaklar altına alındığı", rejimin kendi anayasasını, kendi kanunlarını, kendi mahkemelerini, hattâ en üst mahkemesini (AYM) bile tanımazdan geldiği bir duruma evrilmiştir.

Siyasi davalarda, siyasi iradenin yani hakim siyasi otoritenin etkisiyle (hattâ emriyle) mahkemelerin yasaları harfiyen uygulamak bir yana, kendilerine anayasanın çiziği sınırları bile, anayasanın emrettiği hükümleri bile ellerinin tersiyle ittikleri ve adeta meydan okudukları bir düzen hâkimdir.

∗∗∗

Hatay Milletvekili Av. Can Atalay'ın davası, bu açıdan dünya siyasi tarihine de hukuk tarihine de geçecek ölçüde skandal niteliğinde bir olaydır.

Ayrıntılarını artık neredeyse hepimiz ezberledik. Tekrar gerek olmayabilir.

Özetle; Anayasa denen metnin 83'ncü maddesindeki 'Milletvekili seçilmiş bir kişinin (ki bütün kural ve yasalar çerçevesinde hiçbir engel olmadan seçilmiştir) dokunulmazlığına kayıtsız şartsız riayet edilmesi" hükmü ve aynı Anayasa'nın 153'ncü maddesindeki "Anayasa Mahkemesi kararlarının kesin ve bağlayıcı olduğu" hükmü açıkça ve utanmazca çiğnenmektedir.

Önceki haftalarda yazdığım başka yazılarda da "Arsızca bir darbe girişimi" olarak nitelediğim bu durum, hâlâ geçerliliğini korumakta, darbeciler (belki de 'hain darbeciler' demek gerekiyor. Çünkü bu hukuka ve kanun - nizam hakimiyetine ihanettir) hem hukukun, hem anayasanın ve tüm yasaların hem de AYM'nin suratına "nanik" yaparcasına bizlerle alay etmektedirler.

Sıradan (ezilen ve güdülen sınıfların fertleri) insanların 1 kuruşluk bir vergi davasında, 2 satırlık bir sosyal medya mesajından dolayı, 3 kuruşluk bir alacak davasında üzerine tüm hışmı ve kudreti ile çökmeyi becerebilen devlet aygıtı, iş kendi yanlışlarına ve hatalarına, kendi hukuk ihlallerine gelince, kendi yaptığı ve uygulamak durumunda olduğu kanunları bile tanımazdan geliyor.

Rejim, adeta şunu diyor, insanların yüzüne baka baka ve utanmadan:

"Kanunlar önünde herkes eşittir. Ama ben daha eşitim(!) yani ben bu eşitlik denklemine dâhil değilim. Benim, kanun tanımama, yani suç işleyebilme imtiyazım vardır..."

İşte bu imtiyazın kullanımı, son derece tehlikeli bir emsal oluşturur ki, yazının girişinde tarif ettiğim o "kanun ve nizam hakimiyeti"nin dibine dinamit koyup patlatmak anlamına gelir.

∗∗∗

O imtiyazı kullanma isteğini ve iştahını bütün bireylerde oluşturacak şekilde, adeta "ben de uymam o zaman mahkeme kararlarına... Para cezalarını ödemem, hapis cezalarını da yatmamak için kaçarım" dedirtecektir tek tek insanlara.

Buyrun size kaos ve anarşinin hakimiyeti.

Ormana, o masallardaki (Aslanın tek hâkim olduğu) "jungle"a hoşgeldiniz!

Hukukun artık giderek daha fazla geçersiz olduğu ve yasaların bizzat yasaları yapan ve uygulamak-uygulatmak zorunda olan devlet aygıtı tarafından çiğnendiği bir dünyada, herkes kendi "özel - bencil" hukukunu uygulamaya koyulabilir.

Zaten emekçilerin, ezilen sınıfların hak arayamadığı, düşüncelerin baskı altına alındığı, ifade özgürlüğünün, basın özgürlüğünün sürekli olarak boğazlandığı, bu konularda yasalarla tanınmış en ufak özgürlük kırıntılarının bile toplumun elinden alınmaya çalışıldığı bir yerde hukuk çoktan unutulmuş durumdadır.

Halkın, kendi evlâtlarının ölümlerine ve bayrağa sarılı dizi dizi tabutlarla evlerinin önüne getirilip "şehadet nutukları" ile teslim edilmesine isyanına bile müsaade edilmediği, hakim sınıfların "cebinde parası olanların çocuklarının askerlikten yırttığı, bedel ödeyemeyenin ölüme cömertçe ve sorumsuz kararlarla gönderilebildiği" bir toplumda, zaten adalet mi kalmıştır?

Fabrikada, tarlada, okulda, ofiste, hayatın her alanında sömürünün ve zorbalığın kol gezdiği bir ülkede, açlık sınırında yaşamaya zorlanan kitlelerin "mikro nefes boruları"nın bile kesildiği bir ülkede "demokrasiden, adaletten" söz edilebilir mi?

"Hakimiyet" onların, "kanun ve nizam" ise işlerine geldiği zaman uyulmak ve uygulatılmak üzere, sadece bizlerindir.

Bu düzen mutlaka değişmelidir.

Bu düzeni değiştirmek üzere mutlaka daha iyi ve kararlı bir mücadele için daha sıkı örgütlenmek zamanıdır.

O zaman ise, çoktan gelmiş ve geçmektedir.