Orta ve Batı Afrika ülkelerinin kültürü söz konusu olduğunda, sömürgeciliğin etkilerinin en çok hissedildiği alanlardan biri sinema olsa gerek. Hem sömürge döneminin hem de sömürge-sonrasının sıkıntıları özellikle Nijerya ve Kamerun sinemasında net biçimde görülebiliyor.

15. yüzyıldan itibaren Avrupa’nın sömürü kaynağı olan, Amerika’nın keşfinden kısa süre sonra köle ticaretinin de merkezine dönüşen bu topraklar, ancak 20. yüzyıl ortalarında özgürleşmeye başlayabildi. Ama öyle bir özgürleşme ki, düşman başına! Fransa, İngiltere, Almanya gibi ülkeler bugün bile Afrika’nın büyük çoğunluğunda doğal kaynakları, üretimi, iç ve dış politik gelişmeleri çok ince ayarlarla kontrol altında tutuyor.

Böyle bir altyapıdan beslenen kurumların sağlıklı olması beklenemez elbette. Sonuç olarak, sürekli iç savaşlar ve askeri darbelerle anılan, 30-40 yıl boyunca aynı kişilerin yönettiği -Kamerun devlet başkanı Paul Biya, geçen hafta başkanlıkta 41. yılını doldurdu!-, yolsuzlukların gündelik hayatın bir parçasına dönüştüğü, eğitimin geniş kitleler için hâlâ ulaşılamaz olduğu bu ülkelerde fotograf, sinema, tiyatro gibi üretim alanları neredeyse lüks sayılır. Senegalli yönetmen Ousmane Sembene gibi az sayıda usta sinemacı ise, ne yazık ki istisna olmanın ötesine geçemiyor.

Nijerya’da 2000lerin ortalarından bu yana, çoğunlukla Kuzey Afrika ve Güney Avrupa ülkelerinin bitpazarlarından alınmış dijital kameralar ve derme çatma malzemelerle çekilen çok sayıda film var. Filmlerin çok hızlı çekilip (günde üç-dört filmden söz ediyoruz!) hızla tüketildiği bu sektörün, Hollywood ve Bollywood’dan esinlenmeyle konmuş bir adı bile var: Nollywood.

Şu son 20 yıllık süreçte, daha net söylemek gerekirse 1991’den bu yana hüküm süren hastalıklı küreselleşme eğiliminin sonucu olarak ortaya çıkmış bir ‘kültürel sapma’ hali bu. Hollywood ve Bollywood’da üretilmiş aksiyon filmlerinin üçüncü gömlek taklitleriyle başlıyor, bir zamanlar bizim de Yeşilçam sayesinde bolca gördüğümüz ‘modern şehir hayatı karşısında taşra değerleri’yle devam ediyor.

Kamerun sineması, kapı komşusu Nijerya’ya göre daha mütevazi olsa da benzer dinamiklerle ilerliyor. Lakin Kamerunlu sinemacıların aklı epey karışık. İsmi bile Portekizli sömürgeciler tarafından konmuş (camaroes: karides ırmağı), bir zamanlar Bantu kabilelerinin yaşadığı, ama orijinal ya da hiç değilse eski adı bile bilinmeyen, sanki sömürülmeden önce var olmamış bir ülke bu... 1960’ta İngiliz ve Fransız efendilerin kontrolünde ‘özgürlüğüne’ kavuşmuş,  hâlâ yalpalıyor.

∗∗∗

Son yıllarda ismi öne çıkan Fru Gaston, Kang Quintus, Burri-Taka Bolalma, Melice Marius gibi genç sinemacıların sömürge-sonrası dönemle ilgili ciddi ideolojik sıkıntılar yaşadıkları açıkça görülüyor: Çoğunlukla ahlak dersleriyle dolu ataerkil melodramlar yapıyorlar; erkeğin evin reisi olduğu, kadın bekaretinin kutsal sayıldığı, kent hayatının muhafazakâr Hıristiyan değerleri üzerinden kötülendiği filmler...

Örneğin 2017 tarihli The Dancers’da, üç dolandırıcının dans yarışması düzenlediği bir taşra bölgesindeki hayatı izliyoruz. Büyüklerinin sözünü dinlemeyip para vererek yarışmaya katılan genç kızlar, finalde, gözlerini kamaştıran bu dans işlerinin nasıl yanlış ve gereksiz olduğunu öğrenip pişman oluyor. Bitiş jeneriğinde önce tanrıya, sonra köyün büyüklerine ve rahibe sunulan özel teşekkürler de anlatıyı güzelce mühürlüyor.

2021 yapımı Cutlass’ta (Pala) işler iyice berbatlaşıyor: Üniversite okuyan kızların kolayca ‘yoldan çıkma’ya müsait olduğunu anlatan, ‘akıllı’ ve iyi karakterin “Şehirli kızlar bize gelmez kanka! Bize temiz köy kızı lazım.” tarzında söylemler geliştirdiği çok gerici bir ‘namus cinayeti’ öyküsü bu.

12 yaşında evlendirilen bir kızın okuma mücadelesini anlatan The Fisherman’s Diary (2020), ev hanımı olmak yerine öğretmenlik yapmayı tercih eden Dian’ın “Artık masamda yemek bulamıyorum!” diyen kocasına karşı mücadelesini sunan, iyi niyetli ama teknik açıdan aşırı kötü Madam Dian (2022), insan kaçakçılığı yapan bir kabile şefinin bilinçli bir genç kadının çabalarıyla devrilmesini anlatan Broken (2020) gibi filmler de var. Şimdilik azınlıktalar, yetersizler, ama ideolojik kafa karışıklığının taşıyabileceği olumlu diyalektik potansiyeli gösterdikleri için çok da değerliler.

Elbette kökler yeniden keşfedilecek, Kara Afrika’nın binlerce yıllık hikâye anlatma sanatları tekrar gün yüzüne çıkacaktır. Ama anlaşılan o güne kadar, taşra-şehir ikilemini ataerkil açıdan ele alıp dinsel bir ahlakı dayatan, senaryosu kötü, ışığı kötü, kadrajı ve oyunculuğu kötü filmler hüküm sürecek.

Biz de hem izleyeceğiz, hem katlanacağız.

(Böyle buyurdu, 100 yıldır özgür bir cumhuriyet olup hâlâ bu trajediyi yaşayan ülkenin insanı...)