Karışık durumlar

Durumlar oldukça karışık. Bakmasını bilenler açısından pek karışık sayılamazsa da, onların sayısı da toplumda bir hayli düşük. Öyleyse bu yazıda bu karışıklığın hiç olmazsa anlık bir resmini çekmeye çalışalım. 

Hiçbir şey ayakları üzerinde durmuyor! 

Saray’ın ekonomisti –bilenlerin beklediği gibi– tüm iddialarını yalayıp yutuyor. Söylediklerinin tam zıddını yapacak yeni bir ekonomi yönetimine işbaşı yaptırıyor. Üstelik 2018’den sonra bunu ekonomi yönetiminde üçüncü kez yapıyor (Ekonomi-dışını da katsaydık, saymakla başa çıkamayabilirdik!). Ama ne gam; siyasi pişkinliği de kimselere bırakmıyor. Kamu maliyesinde, para politikasında, gelir dağılımında, enflasyonist sıçramada yarattığı sorunlar ve bunların giderilmesi için önümüzdeki dönemde halktan talep edilecek yeni bedeller, dış dünyaya verilecek yeni ekonomik/siyasi ödünler umurunda bile değil. 

Bir özeleştiri hatta bir açıklama kırıntısı bile duyulmamasının iki temel nedeni var: Birincisi, iktidar cenahı ne kadar "hata" yapsa, ne kadar halk karşıtı politikalar uygulasa seçmen desteğini bir şekilde alabildiğini hesaplıyor; 2019 yerel seçimleri dışında şimdiye kadar da alabildi. İkincisi, yanlış yapıldığının kabulü, despotik rejimlerin doğasına aykırıdır. Siyasi münavebeyi kabul etmeyen rejimler, halka hesap vermezler. Çok vahim durumlarda, örneğin kendilerinin yol açtığı 2016 darbe girişimi sonrasında, özür dilemek zorunda kalırlarsa bunu dinci referansları doğrultusunda "Allah affetsin" formunda yaparlar. 

Buna karşılık Saray’ın eleştirilemez adamı, tam da "U" dönüşü yaptığı ve halkı vergi ve zamlara boğduğu, ücretleri baskıladığı bir ortamda, mesela ana muhalefet partisi genel başkanını istifaya davet edebilir! Toplumsal ve siyasal denetim çalışmayınca, olmayacak şeyler olabilir. Demagoglar her şeyi tersine çevirebilir. Bu arada, ana muhalefet lideri kendi seçmen tabanında dahi eleştirilerin hedefindeyse, iktidarın muktediri bunu dahi kendine dayanak yapabilir. 

Bu bağlamda, topluma söyleyecek bir şeyi kalmamış, siyasi başarı elde edemediği için iddialarının arkasında durması artık fiilen olanaksızlaşmış "muhalif" siyasetçi figürleri siyaset sahnesini terk etmemekte direniyorlarsa, artık onların sözlerinin topluma ulaşması önünde barajlar oluşur. İstifa etmeme veya adaylıktan çekilmeme pişkinliğini/fırsatçılığını sürdürdükçe, artık partilerini zaafa/zarara uğratmaktan başka sonuç üretemezler. Hem müttefiklerine hem de iktidarın egemen ideolojisine ödün üzerine ödün vererek ayakta kalma kaygısına düşerler. 

Ödün mü ideolojik benzeşme mi? 

Her şey "ödün" kapsamına da girmez zaten. Siyasi hatlardaki kimi benzeşmeler, ideolojik örtüşmeden başka bir anlama da gelmez. Örneğin, Millet İttifakı’nın "ekonomik programı" Cumhur İttifakı’nın seçim öncesindeki uygulamalarından biraz "farklı" görünüyordu. Ama neoliberal programın alternatifini oluşturacak bir farklılık ortada yoktu. Nitekim soldan sağa birçok iktisatçı, AKP/Erdoğan rejiminin seçimlerden galip çıkması halinde "ortodoks neoliberal çizgi"ye keskin bir dönüş yapmak zorunda kalacağını önceden haber veriyorlardı. Beklenen olunca, önceki programın sadece ortodoksi dışına çıkan saçmalıklarına itiraz eden muhalifler, eski/yeni bakan M. Şimşek’in uygulamalarına ses çıkaramaz oldular. 

Ses çıkaranlar da "doğru yoldasınız ama yetmez" tarzında, halk karşıtı politika dozunun artırılması yönünde bir sözde eleştirelliğe geçiverdiler. Bunların bir bölümünün halktaki karşılığının "sol iktisatçı" olması da, kafası üzerinde duran meselelerimizin başka bir gerçekliğiydi. Esasen egemen kapitalist sistemin ideolojik hegemonyası o denli baskındı ki, onun koyduğu sınırlar dışında düşünebilmek bile yasaklı bölgeye giriş sayılıyordu. Eh, karşı çıkabilmek için donanımlı olmak kadar sınıfsal bakışa da ihtiyaç vardı ki bunların ikisini birden birleştirebilmek kolay değildi. 

Acemoğlu’nun belirlediği gündem 

Bu tartışmaya Massachusetts Teknoloji Estitüsü’nden (MIT) "tartışılmaz otorite" ve CHP’nin seçim öncesindeki gönüllü danışmanı Prof. Dr. Daron Acemoğlu da katılıp, "Sadece yüksek faizle ekonomi düzelmez; doğru politikalara doğru giden yolun daha en başındayız" akordunu verip yapılmasını gerekli gördüğü dört politika değişikliğini de sıralayınca hemen her "muhalif" medya mecrasında kendisine geniş yer açılıyordu. Neydi bu dört politika değişikliği? 

(i) "Enflasyonu kontrol altına almaya başlamak için reel faizleri sıfırın üstüne doğru taşımak." Başka deyişle, nominal faizleri, IMF’in pek sevdiği "enflasyon hedeflemesi" politikası doğrultusunda, enflasyon oranının üzerine taşımak. Anlamı şu: TCMB politika faizlerini bugün için yüzde 48-50’ye yıl sonu içinse yüzde 70’in üzerine taşımak! Etkisi ne olurdu? Ekonomi (yatırımlar, istihdam, vs) duvara toslamış gibi durur; ay sonunu zor getiren borçlu hanehalkı servet eriterek sorununu aşmaya çabalar, serveti yoksa haciz tehditleri altında mutlak yoksulluk girdabına yuvarlanır; borçlu küçük/büyük tarımsal işletmeler çöker; tarım-dışı şirketler kesiminde (özellikle KOBİ’lerde) ciddi iflaslar gündeme gelir; fonlarını yüzde 18-19 faizlerle devlet tahvillerine yatıran/yatırmaya zorlanan bankalar zararlarını kredi müşterilerinden çıkarmaya çalışacakları için zincirleme iflas dalgalarını hızlandırır; gelir dağılımındaki bozulma ciddi biçimde hızlanır; böyle bir ortamda seçime giden AKP’yi de büyük bir hüsran bekler, vs. 

(ii) Acemoğlu, "aynı sırada kurumsal reform sürecini başlatmayı" ikinci değişiklik olarak öneriyor. Bunun "sosyal güvenlik ağını kuvvetlendirmeyi" de içermesini istiyor. Bu kurumsal ve yapısal reform meselesine burada giremeyiz, yerimiz dar. Şu kadarını söyleyelim, bu da sınıfsal bir meseledir. Sermayenin ve IMF’nin de çok güçlü "reform" taraftarları arasında olduğunu söylemek yeterli olabilir. Peki, solun, emek kesiminin reform talepleriyle –yargı reformu konusu da dahil– çakışabilir mi? (Bu arada, 1 Eylül tarihli BirGün’de meslektaşım Prof. Dr. Yalçın Karatepe’nin "Nasıl bir yapısal reform?" yazısıyla da konuya giriş yapılabilir). Peki, bu reformları kim yapacak? Seçimler kaybedilmemiş miydi? Yoksa şeriat rejimine geçiş için yeni bir anayasa değişikliği talep eden AKP ve müttefikleri mi yapacak? 

(iii) İlk iki koşulun yerine getirilmesi halinde "yurtdışından kaynak getirilmesini sağlamanın" mümkün olacağı vurgulanıyor. Sadece şunu belirtelim, yabancı sermaye girişi için ikinci koşulun gerekli olduğu pek görülmemiştir (Nasılsa uluslararası tahkim yabancı sermayeyi korumaktadır!). Birinci koşulu ise bugünkü yönetim biraz zamana, özellikle seçim sonrasına yayarak ve enflasyonun da azalış eğilimine girmesini sağlayarak orta vadede yerine getirebilir. Yani hiçbir demokratik düzeltmeye ihtiyaç duymadan... 

(iv) "Dış kaynakların da kullanılması yoluyla fakirliğin artmamasını sağlamak"! Birinci maddenin yerine getirilmesi yoksulluğu artırır demiştik. Peki, dış kaynakları yoksulluğa destek programlarında harcayacak durumu var mı bugünkü yönetimin? Özellikle de dış borçlar ve cari açıklar toplamının yıllık dış kaynak gereksinimini 270 milyar dolara yükselttiği bir ortamda? 

Peki, iktidarın ödünleri sadece ekonomik mi? 

Bu koşullarda iktidar cenahının öncelikli meselesi seçimlere kadar finansman sorunlarını çözebilmek oluyor. Enflasyonu ve gelir dağılımının bozulmasını sorun etmiyor. Etmediğini memur maaş artışlarıyla (2024 için yüzde 15+10= yıllık ortalama artış yüzde 20,75) belli etmiş durumda. Seçimler için enflasyon farkları aldatmacasına, yapacağı diğer siyasi/mali atraksiyonlara ve muhalefetin zaaflarına güveniyor. 

Dışardan kaynak arayışını da her türlü iktisadi/siyasi ödünü göze alarak sürdürüyor. Körfez ülkeleriyle, Batı sermayesiyle kurulan temaslar, finansal çaresizlik içine yuvarlanmış bir ülke adına yapılıyor. Satılacak ne varsa tezgâha konulmuş durumda. Buna TVF şirketleri yanında Hazine arazileri gibi tüm kamu varlıkları da dahil. Türkiye’nin konut satışları üzerinden bu kadar kolay vatandaşlık vermesi de bir ekonomik sıkışmışlığın tezahürü. ABD, NATO ve AB’ye yanaşma hamleleri de öyle... Umalım ki tahribat çok büyük olmasın!