Google Play Store
App Store

Ünlü romancı John Fowles, ‘Aristos-Yaşam Üzerine Notlar’ adlı kitabında, Freud’un id-ego-süperego kavramlarının yanına başka bir kavram daha önermişti: Nemo. Psikolojinin ‘nemo’ kavramını ihmal ettiğini, günümüzde gerçekte insanlara yön verenin ‘nemo’ olduğunu iddia etmişti. Nemo, Latince ‘hiç kimse’ anlamına geliyor. Aslında insan anlamına gelen ‘âdem’ sözcüğünün bir diğer anlamı da hiçlik… Nemo’yu Fowles, fizikteki anti-madde postulatına benzetiyor, insan psike’sinde bir anti-ego, olmadığımız şeyleri temsil eden, sanki bütün şartlar arzu ettiğimiz gibi olsaydı olmadığımız her şeyi olabileceğimize dair inancı besleyen…İd, ego ve süperegonun insanın ve türün devamı için işbirliği içinde çalışabildiğini ama nemo’nun kamptaki düşman olduğunu söylüyor, bize olduğumuz değil olamadığımız şeyleri hatırlatan; eksik, ölümlü ve başarısız olduğumuzu hissettiren: “Nemo, bir insanın kendi boşunalığının ve geçiciliğinin duygusudur; göreceliliğinin, bağıllığının; gücül hiçliğinin duygusudur. Hepimiz başarısızlığız; hepimiz ölürüz.”


Ama hiç kimse, bir hiç kimse olmak istemez; bütün mücadelemiz içimizdeki o boşluğu doldurmaya ya da gizlemeye yöneliktir. Sevilmek veya nefret edilmek, her şey varolduğumuzu kanıtlama üzerine kuruludur. Sevilmeyeceğini düşünen biri, nefret edilerek varolmaya çalışır Fowles’a göre. Bir hiç kimse olmamak için, adını duyurması, fiziksel, siyasal, sanatsal herhangi bir konuda iktidar ve güç sahibi olması, arkasında eserler bırakması, hayran olunması, haset edilmesi, korkulması ya da arzulanması gerekir sanki. Kısaca bütün mesele, ölümsüz olmaktır Nemo için. Ama bunun imkânsız olduğunu da bilir içten içe. Bu imkânsızlık, o kişiyi daha da hırçınlaştırır.

***

Fowles’a göre, ‘nemo’yu yenilgiye uğratmanın iki yolu vardır: Uyuşmak ve çatışmak. İçinde yaşadığı toplumla uyuşmayı tercih eden kişi, ortak statü simgeleri üzerinden başarıyı ve başarısızlığı başkalarıyla birlikte paylaştığı için görece daha rahattır, kendi bireysel sorumluluğundan kurtulur, tıpkı üniforma giymek gibi: “Bir üniforma onu giyen herkesi eşit kılar. Hepsi birlikte başarısızlığa uğrarlar; eğer başarı varsa, onu hepsi paylaşırlar.” Çatışmayı tercih eden kişiyse, özenle bir persona inşa edip kitlelere meydan okur. Aslında hemen hemen her konuda olduğu gibi, bu ikiliklere meydan okumak gerekir, ne uyuşma, ne de çatışma. Çatışma’yı Fowles, olumlu kötü etki olarak tanımlıyor, sanattaki eğilimleri takip ederek. Çatışma, yeni sorular ortaya atarak gelişmeyi mümkün kılsa da, bireysel olana karşıt her şeyden uzaklaşma eğilimi içinde olabiliyor. Bu eğilim, günümüz tüketim toplumunun yalnızlaştırdığı bireyle uyumlu bir hale bürünebiliyor çünkü.

Nemo’nun, daha çok gelişmiş ve iyi eğitilmiş toplumsal kesimlerde kendisini daha güçlü hissettirdiğini iddia ediyor Fowles: “Boş zamana ve daha fazla ulaşılabilir bilgiye fırsat olduğu ölçüde, can sıkıntısı ve haset de artacaktır. Sahneye korkunç zincirleme tepkiler çıkar: Bireyler arttıkça her biri kendini daha az birey hisseder; adaletsizliği ve eşitsizliği daha açıkça gördükçe, daha çaresizleşmiş gözükürler; daha fazla bildikçe tanınmayı daha fazla isterler; ve tanınmayı daha fazla istedikçe de tanınmaları daha az olası olur.” Eğer dış dünyada nemo yenilgiye uğratılamazsa, kendi yakın çevresine ve iç dünyasına yöneliyor kişi. Yurttaşlık duygusu körelmeye başlıyor, sosyal-siyasal konulara ilgi azalıyor. Ve bu defa, mütevazı gözükse de aşırı önemsediği çeşitli hobilerle meşgul olmaya başlıyor, tıpkı pandemi döneminde evlere kapanınca ortaya çıktığı gibi, yemek yapma, bir spor dalıyla uğraşma, organik ve doğal yeme-içme yaşama kılavuzları, spiritüel uğraşlar, bir alt-kültürle varolma gibi yollara yöneliyor kişi. Hatta aile kurmak, çoluk çocuğa karışmak da, nemo’nun yarattığı baskıdan kurtulma girişimi olarak düşünülebilir.

***

Fowles’un gözlüğünden baktığımızda, bütün bu felaketler, siyasi belirsizlikler ve gidişat karşısında ‘nemo’nun etkisini görmek mümkün. Peki, nemo karşısında ne yapmalı? Dünya’yı bir Nuh’un Gemisi gibi görmekten bahsediyor Fowles, kitabın başlarında… Bu gemide ‘çoğunluk’, bir göz bağcısının büyüsü tarafından büyülenmiştir. İnsanın gerçek yazgısı, kendi başına, o gözbağı büyüsünü bozacak bir büyücü olmaktır. Ama önce insanın sınırlarını kabul etmesi, kendi sorumluluğunu alabilmesi ve özel güçlerini sanat ve bilim aracılığıyla öğrenerek büyüyü bozacak büyüleri geliştirecek iradeyi ortaya koyabilmesi gerekir.